DIŞ DÜNYA

Yaşasın sadakat!

İdlip’te katliam oluyor. Rus uçakları sivilleri bombalıyor. Yine masumlar ölüyor.. Çocukların cansız bedenleri çıkarılıyor enkazların altından.

Bu görüntülere bakarken bizi karışık duygular sarabiliyor.

Çok üzülürsek ümitsizliğe düşmekten korkabiliyoruz. Çok üzülürsek kendi hayatımıza devam edecek gücü bulamamaktan korkabiliyoruz.

Olanlardan dolayı kendimizi suçlarsak yaşam enerjimiz düşebilir diye korkuyoruz. Olanlardan bir derece sorumlu olmanın yükünü taşımaktan korkabiliyoruz.

Dün gece İdlip’te ölen bebeklerin görüntülerine bakarken aynı korkular beni de sardı. Bu korkular insanı öyle bir hale getiriyor ki insan üzülmekten korkar hale geliyor. Üzülmeyeyim nasıl olsa yapabileceğim bir şey yok diye düşünebiliyor. Sonra da kendi kaldığı yerden devam etmek istiyor.

İşte bu duygular şu an bu coğrafyada nasıl bir yaşam anlayışının bizi çepeçevre kuşattığını gösteriyor sanki. Belki de bu yaşam anlayışı bizim felaketimizi hazırlıyor.

Üzülmeyi ve hüznü kötü bellemek kalbinde iman olan bir insanın duruşu olmamalıydı halbuki.

Kendini suçlamak müminde ümitsizliğe de sebep olmamalıydı.

Olanlardan bir derece sorumlu olmak, arkamızı dönüp konuyla ilgilenmeme sonucunu vermemeliydi. Sorumlu olmak tam tersi kendimizi düzeltme isteğini sonuç vermeliydi.

Örneğin ‘birlik olamıyor olmamız’ diye bir gerçek vardı. ‘Birbirimizi sevemiyor olmamız’ diye bir gerçek vardı. Biz bu sevemiyor olma durumuna ne kadar neresinden dahilsek o kadarını tamir etme görevimiz daha çok ortaya çıkmış olmalıydı.

Kendimizi daha çok birşeyler yapma gayreti içinde bulmalıydık. Arkamızı dönüp unutmayı kurtuluş gibi görmemeliydik.

Çünkü inancımızda suçluluk duygusuyla da, ümitsizlikle de, ağır sorumluluklarla da başa çıkmamızı sağlayacak hakikatler vardı.

Kusurluysak, kabul etmek vardı. Kusursuz olana sığınmanın ve af dilemenin mucizevi bir etkisi vardı.

Suçluysak suçumuzu kabul etmek vardı. Ümitsizliğe düşmek yoktu. Kendimizi suçsuz kalması gereken münezzeh bir merci gibi bilirsek hep hata yapacağımız gerçeği vardı. Hakikatin gösterdiği ok işaretlerini takip edersek suçumuzu tamir edebileceğimiz gibi muazzam bir çıkışımız vardı.

Ruhumuz özgürleşiyordu kuvveti böyle aldığımızda. Yıkılıp gitmek şöyle dursun.

Tıpkı dünyadaki üzüntü verici olaylar gibi kendi özel dünyamızda da aynı hakikatlerden kuvvet almalıydık.

Fakat biz kafaya takmamayı, unutmayı, kendimizi birşeylerle oyalamayı, fazla düşünmemeyi bir yol yordam gibi öğrendik hep. Kurtuluş gibi öğrendik.

Halbuki bunlar sadece kendi kendine yalan söyleme kategorisine girebilirdi.

Bir sorun varken onu yok saymaya çalışmak yalan değil  de neydi?

Onun varlığını kabul edip, onunla yüzyüze gelmeyi deneyip, onunla başa çıkacak kuvvete dikkatimizi vermemiz gerekiyordu.

O zaman hem kendi yaradılış hikmetimize sadık kalmış oluyorduk, hem kainata. Sadakat böyle bir şeydi. İnsanın gerçeklere gözünü kapamamasıydı.

Bediüzzaman’ın ‘Yaşasın sıdk, ölsün yeis’ sözünü, sosyal hayatta iş ilişkileriyle ilgili zannederdim eskiden.

Son zamanlarda öyle çok anlıyorum ki, bu sıdk doğruluk denen şey önce içimizde başlayacak bir faziletmiş.

Önce içimizde başlayıp sonra dışımıza yayılacak birşeymiş.

Doğruları kendi kendimize olanca sarsıcılığıyla söylediğimizde ortaya çıkabilecekmiş.

Hakikatin varlığından kaçmadığımızda mümkün olabilecekmiş..

Sadece o zaman ümitsizlik ölebilirmiş.

Kendimize yalan söylememize hiç gerek yokmuş.

O zaman hep şöyle demek lazım iç dünyamızda:

Yaşasın kendimize yalan söylememek!

Yaşasın sorunlarla yüzleşmek!

Yaşasın hakikati kabul etmek!

Yaşasın suçumuzu kabul etmek!

Yaşasın yine de ümitsizliğe düşmemek!

Yaşasın daha da çok güçlenmek!

Yaşasın telafi etmek için birşeyler yapmak!

Yaşasın hakikate sadakat, yaşasın doğruluk!

Yaşamasın ümitsizlik!

Bunlar da hoşunuza gidebilir...