Şu iki insanın konuşmasını dinleyin, ikisi de erkek. Biri diğerine diyor ki, ‘Babaannem habire depresyona giren zamane kadınlarını duyunca bizim zamanımızda kimse depresyona girmezdi derdi. Bütün gün derede çamaşır yıkar, evde bulaşık yıkar, 5-6 çocuğa bakardık, akşam adam gelince bir de o döverdi (bence burası dövmekten değil de yatak odasından bahs ediyor), biz yine rahat rahat uyurduk, depresyona falan girmezdik’ diye anlatırmış babaanne.
Bunları konuşan 2 erkeğin konuşmasına şahit olup bana aktaran da eşim.
Doğru söylemiş babaanne dedim eşime.
O kadınlar o kadar işi yapıyormuş, o işleri yaparken sürekli nesnelere ve doğaya dokunup, gün içinde değişik bir sürü renk, bir sürü yer görüyorlarmış. Dereye gidip ellerini ayaklarını suya sokup negatif enerjilerini atıyorlarmış. Dereye giderken gelirken böcek, tavuk, balık, kedi, köpek, inek görüp onların hareketlerine tanık oluyorlarmış. Yemek yapacakları zaman ateş yakıyor, odun topluyorlarmış. Ateşin sıcaklığını ve rengini hissediyorlarmış. Sadece ateş yakmak için kömür almak için bile soğuk havada günde 3-4 kez dışarı çıkıp temiz hava alıp, soğuğun etkisiyle dinginleşiyorlarmış. Bahçeye bir dolu şey ekip onların şekilden şekilde girmesini, renklerini görebiliyorlarmış.
Ya biz. Kış günleri dışarıda bir işimiz programımız yoksa bütün gün hiç evden çıkmıyoruz. Soğuğu tatlı talı hissedip, içeri girip sıcağın ve ısınmanın tatlı tadını hissetmekten dahi mahrum oluyoruz. Dışarı çıksak çocuk üşür, çocuğu süslü püslü giydirme derdi var bir de. Tabi kendimizi de. Temiz hava almak, ortam değiştirmek, doğaya çıkmak bizim için lüks.
Renklerle ve nesnelerle etkileşime geçmek yerine, yeni bir şeylere dokunmak yerine evdeki aynı fayansları aynı koltukları aynı mutfağı aynı bilgisayarı görüp bıkmıyor muyuz? Bulaşık bile pek yıkamıyoruz makinalar sağolsun ellerimiz bol su yüzü görmüyor.
Sonuç, eski kadınların yaptığı işin onda birini yaptığımız halde onlardan daha yorgunuz. Bizdeki, bütün gün işleri yetiştirmeye çalışıp yaşanan tatlı fiziksel yorgunluk değil. Atalet yorgunluğu. Çünkü hayatımıza girip çıkan görüntüler, şekiller, renkler kokular, canlılar yok. Evde bir böcek gördük mü onu dahi incelemekten aciziz, ya çoğalırlarsa diye hemen öldürmemiz lazım. Kafamızda hep temizlikle ilgili kaygılar var. Pislik olmasın diye çiçek bile yetiştirmekten aciziz. Her gün baka baka sıkıldığımız o parkelerin fayansların halıların hatırına topraklı çiçekleri sevmiyoruz. Çocuk çiçeğin toprağını dağıtırsa toprağı tanımış olur,enerji akışı olur diye tabiki düşünmüyoruz. Halının kirleneceği aklımıza geliyor hemen.
Velhasıl, insanın dünyasında nesneler, kokular, tatlar, renkler, canlılar, yapılacak bir şeyler hakim değilse, tahta olumsuz düşünceler, kaygılar, endişelerin görüntüleri ve hayalleri oturuyor.
Zamane anneleri olan bizler eskilere göre çok az iş yaparak nasıl bu kadar yoruluyoruz şaşmıyorum.
Ataletin kendisi en büyük yorgunluk çünkü. Ataleti bir şey yapmamak olarak tanımlamıyorum. Çok iş yapıyoruz, ama ortamımız dar ve etkileşime geçtiğimiz eşyalar aynı. Hareket ve canlılıkla, kainattaki hayatla muhatap olmuyoruz. Günde 50-100 tane güzel duygu hissedebilecekken, 5-10 la kalıyoruz. Duygularımız zenginleşmiyor.
Ataleti böyle bir şey. Hayatla muhatap olamamak. Hayatsız ve hareketsiz bir ev ve o evin içindeki eşyalarla muhatabız.
* Gerçekten büyük acılar yaşayıp, insanlardan çekip depresyona girenleri bu yazıda anlattıklarımdan tenzih ederim.