Genel

Müslüman psikologların arafı

Psikoloji lisans eğitimimi tamamlarken aklımda bir soru vardı.

Bir soru ama çok büyük bir soru.

Soruya geleceğim, önce sorunun nereden çıktığını anlatayım.

Akademik eğitimde batı dünyasından besleniyoruz çünkü bilgi oradan akıyor.

Bilgiyi yalın olarak alabilsek güzel ama ait olduğu bakış açısıyla bakmadan o bilgiyi kullanamıyoruz.

Örneğin travma.

Travma nedir? Psişeye zarar verebilen ve hayatın normal akışının bozulmasına neden olabilen bir deneyim. Örneğin deprem.

Sosyal medyada inanılmaz bir psikolojik destek seferberliği var. Sevindirici. Yüzlerce psikolog sahaya inecek. Çabalar, insan hayatını normal akış düzenine geri döndürmek için olacak.

Psikologlar aldıkları eğitim gereği, travmatize olmuş insanlarla çalışırken onlara “anormal” bir deneyim yaşadıklarını, ancak geçtiğini söyleyecek.

Korkular üzerine çalışılacak. Normale dönme üzerine yoğunlaşılacak. Hayatın normal akışındaki işlevselliği bozan belirtiler DSM’ye göre değerlendirilip hangi hastalık sınıfına girdiğine bakılacak.

İşte burada sorun belirmeye başlıyor.

Normal tanımlarında.

Normal, sık görülendir. Daha çok var olandır.

Normal, mucize olmayandır.

Yani bu dünyanın böyle sarsıntısız olması normaldir. Ayağımızın altındaki yeryüzü zaten sabittir. Bu yüzbinlerce yıldır böyledir. Sallanması olağandışı bir durumdur. Anormaldir.

Kur’an’a göre ise yeryüzünün bize böyle güvenli bir döşek yapılması normal değildir, çok ilginçtir çok hayret vericidir. İnsanın bu hale bakıp bakıp düşünmesi istenir. Bunun normal olmadığının farkında olması beklenir.

Kuran’a göre, Allah’ın bize verdiği hiç bir nimet, olağan değildir. Zaten var olan değildir. Zaten var olacak olan değildir. Hepsi O’nun vermesiyledir. Lutfuyladır, rahmetiyledir. O vermediğinde, varlığı söz konusu dahi olamaz. Yani normal değildir.

Depremler ve her türlü afet aslında dünyamızdaki normal kavramını Kuran’ın dediği noktaya çeker. Normal olan, herşeyin zaten var olduğu ve olacağı değildir. Normal olan, insanın bir kaç saniyede sahip olduğu herşeyi ve dahi kendi canını yitirebilmesidir. Bu gayet olabilir birşeydir ve aynı anda binlerce insanın başına gelebilir. İnsan sadece bunu sürekli ve sık sık yaşamadığı için normal olduğunu anlamaz. Sık sık yaşamamak, normalliğin değil rahmaniyetin ve rahimiyetin varlığındandır.

Afetler musibetler o nedenle uyandırıcıdır. İnsanın gözünü öyle bir açar ki, insan önceki inandığı ‘normal’e güvenemez hale gelir. Güvenmemesi de gerekir zaten.

Diğer yandan İslam’a göre de, hayatın rutinlerine bir an önce dönmek evladır. Korku, ümitsizlik veya üzüntü içinde yaşamak men edildiğimiz birşeydir. Tam anlamıyla yas 3 gün tutulur, sadece kocası vefat eden kadın 4 ay on gün yas tutar.

Yani görünüşte batı psikolojisi de İslam da, toparlanmak ve hayatın rutinlerine devam edebilmekten yanadır. Fakat özdeki bakış açısında inanılmaz bir ayrım vardır. Hatta tam anlamıyla zıtlık vardır.

Biri hayatın hep böyle devam edeceği varsayımı üzerine kuruludur. Diğeri böyle devam etmeyeceği hakikati üzerine kuruludur.

Biz psikologların yaptığı insanlara yardımcı olma işi güzel bir iştir aslında. Psikoloji literatürünün insanın iyilik haline katkısı da yadsınamaz. Fakat afetlerin ilk günlerinde tüm varlığımızla Allah Allah derken, enkaz altındakiler Allahuekber sesleriyle çıkarılırken, zaman geçtikçe bir şeyler değişebilir. Allah demek meslekte profesyonel olmayan bir yaklaşım gibi gözükebilir. Tanımları yalancı normaller -ya da yabancı mı demeli- üzerinden yapmak psikologlarca daha doğru zannedilebilir.

Bu araf ya da farkında olmadan içine düşülen bu durum nasıl aşılır?

Sorum bu.

Bunlar da hoşunuza gidebilir...