Genel

6- Duyguları Tanımak

Sevgili Anneler,

Bu yazıda Gordon öğretisine başlayacağımı söylemiştim. Önceki yazılar bu öğretinin neden önemli olduğunu, O’nun iletişim becerilerini uygulayabildiğimizde hangi eksiklerimizi kapatabileceğimizi, “bir taşla kaç kuş vurabileceğimizi” göstermek içindi. Önce olduğu gibi bu ve bundan sonraki yazılarda da zaman zaman öğretinin yaşama geçirilebilmesini kolaylaştırmak  için kültürümüzde eksikliğini hissettiğim konular üzerinde durarak, bazı ekler yaparak ilerleyeceğim.
Önce Gordon’un iletişim becerilerinin, adı üstünde “beceri” olduğunu, yani öğrenilebilir olduğunu, biraz çabayla yaşama geçirilebilir olduğunu söylemeliyim. Tıpkı yüzme, yürüme, bisiklete binme,  örgü örme  vb. de olduğu gibi önce zor gelen,  pratik yapa yapa kolaylaşan, sonra da farkında olmadan kullanageldiğimiz alışkanlıklarımız olacak bu beceriler.

Yeni bir konu yaşamımıza girdiğinde, o konuda basamak basamak ilerleriz.  Örneğin araba sürme konusu gündeminde olmayan bir kişi bu konuda bilinçsiz yetersizlik/cahillik durumundadır. Araba almayı düşündüğünü varsayalım, o zaman araba kullanma konusu gündemine girer, bilinç oluşur ama henüz becerisi yoktur. Bu durumda bilinçli yetersizlik/farkındalık basamağına çıkar. Kursa gider öğrenir, belge alır bilinçli yeterlilik/öğrenme-uygulama basamağına gelir. Bilinçli yeterlilik durumunda yapılan uygulamalar beyinden yönetilir. Sürücü belgemizi  henüz aldığımız zamanları anımsayalım, koltuğa oturmamız bile düşünerek olurdu. Aynaları kontrol eder, vites boşta mı diye bakar, debriyaj pedalına sonuna kadar bastığımızdan emin olduktan sonra yavaş yavaş gaz vermeye….. diye düşüne taşına arabayı hareket ettirmeye çalışırdık. Hele bu yokuş yukarı bir yerde yapılıyorsa bu işe kaygı duygusu da eklenirdi. Doğal olarak  zaman zaman  debriyaj-gaz dengesini kaçırdığımızda motoru da durdururduk. Düşüne taşına işe yeni baştan başlardık. Ustalaştığımızda nasıl oluyor sürme işi? Arabayı nasıl hareket ettireceğimizi, ışıklarda ne yapacağımızı, nasıl park edeceğimizi adeta hiç düşünmeden yapıyoruz. Neden? Çünkü artık yaptığımız iş, uygulaya uygulaya beyinden omuriliğe geçmiş ve refleks haline gelmiştir. Artık kişi BİLİNÇSİZ YETERLİLİK/YAŞAMA  basamağındadır. O bilgi artık kişi için yaşamının bir parçası olmuştur.

İletişim becerilerini öğrenirken de aynı basamaklardan geçeceğiz. Zaman zaman motoru durduracağız, ama pes etmeden uygulamayı sürdürdüğümüzde başarı bizimdir. Motoru durdurmamak  ya da ilk zamanlarda çok sık durdurmamak için bundan önceki yazılardaki bilgileri özümsemiş olmak gerekir. Eğer “biz paradigması”na sahip değilsek kazan-kazan yöntemiyle çatışma çözmemiz olanaksızdır.  Anababa-çocuk çaprazında iletişim kuruyorsak üst-ast ilişkisi içindeyiz demektir ki bu hiçbir beceriyi kullanamayacağımız anlamına gelir vs.  Detaylandırırsak, iletişim engellerini kullanmak  ben dilinin etkili olmasını ve etkin dinlemeyi becermemizi engeller. Etkin dinleme ve ben dili için çocuğumuzun duygularını anlayabilmemiz, bunun için de önce iç gözlem yapmamız,  kendi duygularımızın farkında olmamız gerekir. Çocuğumuz kabulü doya doya yaşamadan, duygularının anlaşıldığını hissederek varlığının onandığını görmeden ben dilimiz geçerli olamaz. Özetle bu becerilerden biri gelişmezse  diğerleri de gelişip yerleşemiyor, bu nedenle beceriler rast gele uygulanmamalı bir sıra takip etmelidir.

1-DUYGULARI TANIMAK
Gordon’un duyguları tanımak diye  bir konu başlığı yok. Ben, bizim kültürümüz için bu konu üstünde durmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü  kültürümüzde duyguların dile getirilmesi bastırılır. Erkekler korkmaz, erkekler ağlamaz; kızlar çok gülmez, erkekler gibi öfkelenemez vs ile duygularımıza yabancılaşarak büyüyoruz. Bunun sonucunda sağlıklı iletişim kuramıyoruz .

“İletişim bir canın başka bir cana dokunmasıdır” demiştik. Can cana neyle dokunulur? Duygularla. (Bu yazı dizisinde anne-çocuk eksenli olmak beni aslında zorluyor. Çünkü iletişim büyükle ayrı, çocukla ayrı değildir. Bu nedenle çocuk yerine zaman zaman “karşımızdaki” demeyi tercih edebilirim).
Prof.Üstün Dökmen bir kitabında minik bir serçenin öyküsünü anlatır: Vakti zamanında minik bir serçe varmış, bu serçecik gök gürültüsünden çok korkarmış, gök gürlediğinde sırt üstü yere yatar, gök düşerse tutmak için patilerini gökyüzüne kaldırır, bir yandan da “Çok korkuyorum, çok korkuyorum, yüreğimin kırk kantar yağı eriyor” dermiş. Bu duruma tanık olan biri “Ne kırk kantar yağı? Sen kaç dirhem edersin ki yüreğinde kırk kantar yağ olsun?” demiş. Serçecik bu küçümsemeyi şöyle yanıtlamış: “Herkesin dirhemi, kantarı kendine göre”.
Evet sevgili anneler siz korktuğunuzda, eşiniz korktuğunda bir kilo ya da bir kilometre korkuyorsunuz  da,  çocuğunuz korktuğunda bir gr. ya da bir cm. mi korkuyor? Var mı duyguların bir ölçütü? Yok. Ölçütü olmadığı gibi doğrusu yanlışı da yok. Duygu duygudur, o kadar.

Şöyle bir senaryo düşünün: Bir pazar sabahı bir çift ormana pikniğe gidiyor. Koşularını yapıp kahvaltılarına başladıklarında kadın sık ve ulu ağaçların yapraklarının arasından güneş ışınlarının huzmeler halinde yere doğru süzülüşünü fark ediyor. Zaten bu güzel atmosfer içinde biraz coşkulanmış durumda. Eşine “ Bak canım güneş ışınlarının güzelliğine bak, yaprakların arasından ne güzel süzülüyor” diyor. Erkek eşinin gösterdiği yöne doğru dünyanın en önemli işini yaparmış gibi başını döndürerek bakıyor “ Ne var bu kadar şaşıracak, doğal bir şey”, diyor. Kadının yerinde siz olsaydınız ne hissederdiniz? Derinden hissetmeye çalışın. Zamanı ilerletelim ikindi vakti olmuş, orman kalabalıklaşmış, yanlarına başka bir aile gelmiş olsun. Konuştukları duyulacak yakınlıktalar. Erkek olan bir ara “Şu güneş huzmelerini gördün mü? Ne kadar güzel süzülüyorlar değil mi?” diye eşine soruyor. Bizim çiftin bayanı siz olsanız bu kez ne hissederdiniz? Derinden hissetmeye çalışın? O erkek ve onun eşiyle ilgili neler düşünürdünüz? En masumane olarak “Ne şanslı kadın, böyle bir erkekle yaşamak ne güzeldir kimbilir?” der misiniz, demez misiniz?

Sevgili Doğan Hoca, sanıyorum Biz Bilinci kitabındaydı “Bazen on beş dakika önce tanıdığınız biri, 30 yıllık eşinizden daha yakın oluverir size,” der. Evet öyle olur, çünkü duygudaşlık olan sempati ve duyguyu anlamak olan empati iki insanın gönül bağını kuruverir. Bu gönül bağıdır ki karşımızdaki insanla iletişimimizi anlamlı ve değerli kılar. İnsanlar kendisini  anlayan birine daha sıcak, daha ılımlı ve daha saygılı davranır, çocuklar da insandır ve çocuklar da aynı şeyleri hisseder ve bu duyguları kendisine yaşatan büyüğüne böyle davranır.

Duygular iletişimde niye bu denli önemlidir?   Bunu anlayabilmek için beynimizdeki üç  bölgenin işlevini bilmeliyiz. Beş duyumuzdan sürekli olarak beynimize sinyallar gönderilir. Bu sinyaller önce dağıtım istasyonu diyebileceğimiz talamusa gelir.Talamus  bu sinyalleri beyin diline dönüştürerek neokortekse ve amigdalaya gönderir.  Neokorteks beynimizin düşünen, soran, sorgulayan, çözümleyen, kavrayan, konuşabilen, belirli duyguları yönetebilen ancak tehlike anında amigdalaya teslim olan “akıllı” bölümüdür. Amigdala ise limbik sistem içindeki duygu merkezidir. Neokortekse “düşünen beyin” dediğimiz gibi, amigdalaya da“duygusal beyin” diyebiliriz.. Talamus ile amigdala  arasındaki yol, talamus ile neokorteks arasındaki yoldan daha kısadır. İşte bu kestirme yol nedeniyle düşünen beynimiz daha ne olup bittiğini anlamaya çalışırken amigdala duygusal bir tepkiyi başlatmıştır bile. Özetle önce duygulanır sonra düşünürüz diyebiliriz.
Değer verdiğimiz tüm ilişkilerimizde karşımızdaki insanda olumlu duygular yaşatmak bunun için önemlidir.

İşte bunun için biz Türkler duygularımızla yeniden buluşmalı, onları tanımalı ve yaşamımızı nasıl yönlendirdiklerinin farkına varmalıyız.

Şimdi not defterinize kaç tane duygu adı biliyorsanız yazın. Bu çalışmayı eşinizden de isteyin. Çocuklarınız anlayabilecek düzeydeyse onlar da kendi listelerini oluştursunlar. Küçüklerse sorun, yanıtlasınlar, siz liste yapın. Listelerinizi yüksek sesle okuyun. Kaç duygu bulduğunuzu sayın. (Babaların buldukları duygu sayısının annelerinkinden daha az olması beklenir bir şeydir. Biz kadınlar duygu konusunda erkeklere göre biraz daha özgürüz.) Böyle basit ve küçücük bir çalışma bile aile iklimini yumuşatan, eşleri birbirlerine yaklaştıran bir etki yapar.

Şimdi ödev zamanı:

a) Bir hafta boyunca ilişkide bulunduğunuz insanlarla yaşadığınız duyguları fark etmeye çalışın.  Adını koyabildiklerinizi panonuza ya da buzdolabınıza iliştirdiğiniz bir kâğıda yazın. Göreceksiniz ki duygu listeniz zenginleşecek. Şu kişi bana şunu dedi, ben ne hissettim diye düşünmeye başlamak iç gözlem yapmak demektir.  Bunu eşiniz ve çocuklarınız da yaparsa hafta sonu bir aile toplantısında yeni listenizi oluşturabilirsiniz. Bu sizin ailenizin duygu listesi olur. Bu liste hepinizin ulaşabileceği bir yerde durur ve herkes yeni duygularını  eklemeyi sürdürürse  ailenin duygu dünyası zenginleşir.

b) Hafta boyunca çocuğunuzun ya da eşinizin bir davranışına karşı hissettiğiniz duyguları yakalamaya çalışın. Hiç yorum ( doğru-yanlış, güzel-çirkin, iyi kötü vb) yapmadan “Sen şunu yapınca  ben bunu hissettim,” demeye başlayın. Çocuğunuz henüz duygularını dillendiremeyecek kadar küçükse, hangi duyguyu yaşadığını beden diline, yüz ifadesine bakıp anlayabilir ve ona fark ettirebilirsiniz. Henüz yürümeye başlayan bebeğiniz “birey olma” ihtiyacını doyurmak için elini tutmanıza izin vermediğinde “Kendi kendine yürümek çok hoşuna gidiyor,” ya da ayakkabısını giyemediği için hırçınlaştığında “Ayakkabını giyemeyince üzüldün,”diyerek duygusunun adını koyup ona geri gönderebilirsiniz. Böylece çocuğunuzun duygusal zekâsı gelişir.

Bir haftalık ödeviniz bu kadar. Haftalık diyorum, çünkü her hafta bir konuyu, beceriyi işlemeyi düşünüyorum. Fakat zaman zaman yaşamımın sıkışıklığı nedeniyle bu yazıda olduğu gibi aksama olabilir.

Daniel Golaman , bu yazının bir bölümüne kaynaklık eden Duygusal Zekâ kıtabında “ Söz gelimi  yüksek IQ  (zeka katsayısı)lu birinin çuvallamasında, ve ortalama IQ lu birinin şaşırtıcı derecede başarılı olmasında acaba hangi etkenler rol oynuyor? Kanımca bu fark, duygusal zeka (EQ)denilen yeteneklerde yatıyor. Özdenetim, azim, sebat ve kendi kendine harekete geçebilmeyi sağlıyor. Bunlar çocuklukta öğretilebilir ve bu sayede genetik piyangoda kişiye çıkan entelektüel potansiyeli(IQ) daha iyi kullanabilme şansı elde edilebilir,”  ve  “Dürtü duyguların ifade ortamıdır, tüm dürtülerin özü kendini bir eylemde ifade etmek isteyen hislerdir,” der.

Ben de bu bilgiler ışığında şunu söylüyorum: Kişi duygularını dillendirebilecek bir psikolojik ortamda yaşıyorsa özellikle olumsuz duygularını söyleyebildiğinde, dürtünün yapmasını istediği davranışı (karşısındakinin suratına bir yumruk atmak)yapmaktan vaz geçebilir. Çünkü duygu boşalımı insanı gevşetir.

Bu nedenle çocuğumuzun özellikle olumsuz duygularını söylemelerine izin verelim. “Senden nefret ediyorum” diyen miniğimize, “Çok ayıp insan annesinden nefret eder mi? Bir daha duymayayım,” yerine, “Ben seni kızdıracak bir şey yapmışım ya da kısaca, sen bana kızmışsın,” demek çocuğunuzu anladığınızı ona anlatır ve anlaşıldığını hisseden çocuğun kızgınlık duygusu söner. Bilgi alışverişi olduğu için yetişkin benliği gelişir.

Duygusal zekâsı yüksek çocuklar yetiştirme yolunda hepinize kolay gelsin.

Birsen Özkan

(Birsen Özkan yazılarından metin ya da resimlerden alıntı yaparken lütfen yazarın adını belirtiniz. Kaynak göstermeden alıntı yapmak 5846 sayılı fikir ve sanat eserleri yasasına göre suçtur.)

Bunlar da hoşunuza gidebilir...