Bilseydik ki bir şeyler yapacağız ve yaptığımızın ardından toplumda suç oranları azalacak, insanlar daha vicdanlı hale gelecek, o bir şeylerin ne olduğunu öğrenmek ve hemen uygulamaya geçirmek isterdik…
Yine bilseydik ki o bir şeyler sayesinde suçlular ne hak ediyorsa onu layığıyla bulacak, o bir şeyleri hem merak eder hem de canımız pahasına savunurduk…
Sizinle şu hikaye eşliğinde o ‘bir şeyler’in izini sürebiliriz:
Bir zaman bir adam, bir sahrâda, bedevîler içinde ehl-i hakikat bir zâtın evine misafir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar. Hatta ev sahibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış. Misafirhane sahibine dedi:
“Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşeye atmışsınız?”
Hane sahibi dedi: “Bizde hırsızlık olmaz.” Misafir dedi:
“Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok defalar hırsızlık oluyor.”
Hane sahibi demiş: “Biz emr-i İlâhî namına ve adâlet-i şer’iye hesabına hırsızın elini kesiyoruz.”
Misafir dedi: “Öyleyse çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir.”
Hane sahibi dedi: “Ben elli yaşına girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm.”
Misafir taaccüp etti, dedi ki: “Memleketimizde hergün elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor.”
Hane sahibi dedi: “Siz büyük bir hakikatten ve acip ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terk etmişsiniz. Onun için adaletin hakikatini kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriye yerine adalet perdesi altında garazlar, zâlimâne ve tarafgirâne cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar. (Hutbe-i Şamiye, 5. Kelime, Bediüzzaman)
Bu diyalogta hane sahibinin bir sözüne dikkat çekmek istiyorum.
‘El kesmek öyle korkunç bir ceza ki, öyle caydırıcı oluyor ki hırsızlığı bitiriyor’ demiyor. Demiyor.
‘Biz emr-i İlâhî namına ve adâlet-i şer’iye hesabına hırsızın elini kesiyoruz.’ diyor.
İnsanı içinde yaşadığı dünya ortamıyla bir bütünlük ve ilişki içinde Yaratan, insanın işlediği suça en uygun cezayı da elbette O bilir, O verir bakışıyla şer’i adaleti savunuyor.
Verilen cezanın zahirini ne kadar sert ve caydırıcı bulduğundan dem vurarak galeyana gelmiş duygularla konuşmuyor.
Bugünlerde yükselen ‘idam istiyoruz’ sesine de bu açıdan bakmak gerekiyor diye düşünüyorum.
Suça meyli kıracak olan cezanın kendisi midir, yoksa başka ‘bir şeyler’ midir?
Hikayenin devamında ev sahibi sözlerini açıyor ve bu konuda bizi aydınlatıyor:
“Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlâhîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmânın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden اَلسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُۤوا اَيْدِيَهُمَا âyetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum gibi bir hâlet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü, yalnız vehim ve fikir değil, belki mânevî kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder. Hadd-i şer’îyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.”
Suça meyli olan bir insan nefsani heveslerinin içinde kaybolmuş bir kişidir.
Biz her ne kadar sapıklık hastalık gibi tanımlar kullansak da onun içinde yaşadığı en büyük gerçeklik nefis ve heves. Böyle bir insan için hapis de yakalanmak da herkesin suçunu öğrenmesi de itibarının beş paralık olması da, hatta idam da sadece gelecekte başına gelebilecek ihtimallerden bir ihtimal. Birer vehim.
O anda bir gerçeklikleri yok. Bunları hatırlaması sandığımız gibi hemen aklının başına gelmesine neden olmuyor. Olsaydı suç diye bir şey olmazdı, hapishaneler bomboş olurdu.
Fakat suça meyli olan kişi için ihtimal değil tamamıyla gerçek olan başka bir şey var. Fakat bu, kalbinde iman varsa hissedebildiği bir gerçek.
Kendisine şer’i cezanın uygulandığını hayal ettiğinde yaşadığı duygu sadece gelecekte düşeceği kötü durumla ilgili değil.
Kimse bana birşey yapamaz, şimdi şu anda ne istersem yaparım kafasını yaşamak isteyen nefsine ta arş- İlahi’den söz söyleniyor.
‘Biri var hem de sana istediği cezayı verebilecek birisi’ diyor o söz. Üstelik suçlu adayına şu hayatın tek önemli gerçeğini hatırlatıyor. Bir Yaratıcı’nın var olduğu gerçeği. Üstelik de kendisine istediği cezayı kesmeye hakkı olduğu gerçeğini. O suçu işlerse O’nun cezasının kendisini beklediği gerçeğini.
Bunların hiç biri diğerleri gibi ihtimal değil vehim değil, kesin büyük birer hakikat.
İmanlı birinin ruhu bu gerçekleri gerçek olarak gördüğü sürece kayıtsız kalamaz. Bu gerçeklerin oluşturduğu duygular o anda kötülüğe olan meylini yırtabilecek nitelikte.
Aslında hepimiz gidişatın böyle sonlanmasını istemiyor muyuz? Tam suç işlenecekken, ne kültürel mitler, ne de bildik ahlak doğruları vicdanı hiç bir şekilde harekete geçirmiyorken, gözünden de hükmünden de kaçılamayacak büyük bir Varlığın varlığıyla yüzleşmek. Emriyle yüzleşmek.
İnsanda bu duyguları oluşturmaya gücü yetmeyecekse idam da gelse ne işe yarar.
İdam da türlü hile ve hurdayla kendisinden kaçılabilecek bir yöntem sonuçta. Suça meyli olan kişinin ruh ve vicdanını harekete geçirecek bir büyüklük arz etmiyor.
İşte tam da bu nedenle şer’i cezaları, cezanın kendisinde bir yücelik görerek savunamayız.
Hepimizi yaratan ve yaşatan adına savunabiliriz. Üzerimizde hak sahibi olan da söz sahibi olan da O olduğu için savunabiliriz.
Ve bir gün şer’i cezaların ‘bu anlayışla’ savunulması için de öncelikle yapmamız gereken bir şeyler var. Yaratan ve yaşatanın O olduğuna, O’nun söz sahibi olduğuna dair imanları zarar görmüş kalpleri onarmak.
Üstelik insan denilen şer makinesi de cezanın zayıf vehmiyle değil, kendisine istediği cezayı takdir etme hakkı olan Rabbinin karşısındaki varoluşsal konumunu hissederek suçtan cayıyorsa, bu da ancak kalpte iman kırıntısı bulunduğunda gerçekleşiyorsa; söyler misiniz kalplerde iman istemekten başka bir çaremiz var mı?