Din duygularımızı bastırmamızı ister mi? Ya da inandığımız gibi yaşayabilmemiz için duygularımızı bastırmamız mı gerekir?
Yukarıdaki iki soruya vereceğiniz cevap nedir bilemiyorum ama hepimizin hep yaşadığı bir durum var.
Çevremizdeki bir çok kişi, diğerlerinin duygularını kabullenemediği ya da anlamak istemediği için, o duyguları bastırma yoluna gidiebiliyor. Malesef bunun için de dinî (görünen) argümanlar kullanabiliyor. Bunu da bilinçli olarak yapmıyor aslında, dini kendisi de böyle anlıyor ve böyle yaşıyor oluyor.
Günümüz insanının iç dünyasında bir haller var. Çoğumuz için geçerli olan, asgari hayat standartlarına erişmenin verdiği rahatlık söz konusu. Bu rahatlıkla birlikte sadece dış dünyamızdaki taşların yerine oturmasının yeterli olmadığını farkedişimiz var.
Yüzümüzü iç dünyamıza dönmüşüz. Hayatımızdaki anlama ve dünyada kapladığımız yere dair güçlü endişelerimiz ve beklentilerimiz var, ancak bunları yoluna koyma noktasında zor durumdayız. Sık sık, olumsuz görünen güçsüzlük zayıflık gibi duygular içinde olabiliyoruz.
Biz bu süreci gayet normal ve aslında çok planlı (çünkü böyle yaratılışımız plandır) olarak yaşarken, birileri çıkıp bu hali uğursuz olarak yorumlayarak ‘ne var canım hayattan bu kadar soğuyacak şükret’ deyiveriyor. Yani o hala mutsuz, hala birşeylerden memnun olamayan duygularını al, bir yerlere sakla, hiç ortaya dökme çünkü hiç güzel değil onlar diyor. Üstelik de sizi şükretmemekle itham edebilen yorumlar yapabiliyor.
Şükrediyormuş, o hissettiklerinizi hissetmiyormuş gibi yapmanız için gelip dayanılan kutsal ise, genellikle bildiğiniz ‘maddi şeyler’ oluyor. Şaka gibi. Canınız kolunuzu kaldırmak istemiyor mu, ‘aaa bu kadar şunun var bunun var daha neyi elde edemedin’ denilebiliyor. Maddi varlık derken zenginliği kast etmiyorum bu arada, bugün ortalamanın altında şehirli insan bile bir önceki neslin yaşadığı şartlarla kıyaslandığında varlıklı olmuş oluyor.
Bir türlü o insanın bir kalbi ve ruhu olduğu için üzgün olabileceği akıllara gelmiyor.
Aslında üzüntü yaşayan kişi, tam da maddi varlıkların kendisine biyolojik yaşamdan başka pek de bir şey veremediğini anlama yolculuğuna çıkmış, ama güya vicdanın ve dinin sesi adına konuşan diğeri onun duygularını ‘değişik ve baş edilmez’ buluyor. Bastırmaya uğraşıyor.
Aslında o sürekli kötü olduğunu haykırıp durduğumuz, ama ‘neyinin’ kötü olduğunu hakikatiyle bir türlü kendimiz de anlayamadığımız, dahası içten içe gayet derin bir sempati duyduğumuz Batı medeniyeti bu şekilde kıyasıya savunulmuş oluyor. Evet Batı medeniyeti. Evet kıyasıya.
O medeniyete göre bu dünyada bulup buluşturduğu birşeyler yetmelidir ya insana. Artık rahat koltuk mudur, kahve midir, lüks müdür, yemek midir neyse nedir… Ama yetmelidir. İşte o medeniyet bu anafikir üzerine kurulu. Bu arada Allah, Yaratıcı devredışı kalacaktır çünkü insan kendi istediğine kendi yöntemleriyle ulaşacaktır. Kendisine neyin yeteceğini de kendisi belirlemiştir zaten.
Kuran’a göre ise insan böyle basit ele alınabilecek bir varlık değildir. İstediğimizi de, istediğimize ulaşma yollarını da biz belirlememişizdir. Biz sadece kuluzdur. İstediğimiz, hayatın içinde güçlü aktör olmak değil merhameti, rahmeti, hikmeti ve ancak bunlar sayesinde çok anlamlı ve çok değerli oluşu yaşamaktır.
Kuran surelerinin başında Bismillahirrahmanirrahim cümlesini okuduğum çoğu an yeniden doğmuş gibi oluyorum tam da bu nedenle. Bu nasıl bir cümledir ya diyorum. İnsanın bütün ihtiyaçlarını gideriyor sanki. Bütün endişelerini gideriyor. Korktuğun ne varsa o cümlede hepsinden özgürleşiyorsun. İnsan öyle birine aitse neden yaşamaktan kaçsın ki? Öyle bir rahmaniyet ve rahimiyetle idare edilen bir alemde niye tedirgin olsun ki?
İşte tamam bana ancak bunlar yetiyor, iyi geliyor ve ayağa kaldırıyor diyebileceğimiz anlar ve anlamlar bunlar olabilecekken, sen gel bir insana lütfen tatminsizlik yaşama yani seni yaratanı arama, öyle birine ulaşılamıyor, ruhun daha bir birşeylere bakınmasın, zihnin çalışmasın, kalbin durduğu yerde dursun ‘sus otur şükret’ diyerek onun fıtratını bastırmaya çalış.
Açıkçası ben bunu yapan insanlara artık kızamıyorum bile, zira bu kadar dine uzak bir noktadan bakıp bu kadar dinin söylemleriyle konuştuklarını zannetmeleri, sekülerliğin onlara verdiği zararı gösteriyor sadece. Kendi nefsimle beraber onların da kendi hallerinin farkında olmaları için birşeyler yapmaya çalışıyorum.
Bu ‘sus otur şükret’ zaten İslam’ın değil hatta muharref Hristiyanlığın bile değil direk sekülerlik dininin şükür anlayışını yansıtıyor. Ona şükür denemez ama kelime kılıf olmuş işte. Arkaplandaki mesaj, kapat kendini lütfen bir zahmet, sadece sahip olduklarının miktarını düşün ve bunu gözünde büyüt.
Böyle düşünen biri ne kadar dindar görünürse görünsün asla gelip size Allah’tan ya da ahiretten söz etmiyor. O kısım cepte, orada bir sorun yok yani, insanlar hallerinden memnun olmadıklarına göre daha fazla maddi şey talep ediyorlar demektir diye düşünüyor herhalde. Ee o zaman bu elindekilerin ne kadar çok olduğunun bir an bile akıllarından çıkmasına izin vermeyelim, sürekli o çokluğa sevinmeleri gerektiğini belletelim diye düşünüyor.
Oysa az şeye sahip olunca az, çok şeye sahip olunca çok şükretmeyiz. Çünkü şükür elimizdekinin niceliği değil niteliği ile ilişkili bir duygudur. Bazen eldeki çok az olur ama insana dünya kadar gelir. Eldeki ne kadar olursa olsun, onun verilmiş, gelmiş, akıtılmış olduğuna dair bir bilinçtir şükür. Bu nedenle insanın kendisini düşünülmüş, bir cennete salıverilmiş gibi değerli hissetmesidir. Bazen bir lokma yaşatır insana bunu.
Ama biz şükrü de verenle bağlantı kurmak değil de, kendi gücümüzle bilgimizle elde ettiğimizi sandıklarımız (zaten böyle düşünüyorsak şükür hak getire) ne kadar çoksa o kadar sevinmek olarak, o kavramı da tahrif ettiğimiz için, o şükür sandığımız şey bizde bir kalp ferahlığı ve bütün kainat bizim emrimize verilmişcesine bir özgürleşme sağlamıyor, elimizdekilere daha çok bağlanma ve bağımlı olma olarak sonuç veriyor.
Yani sus otur şükretcilerin etkileyebildiği ya da onlar gibi düşünen bir insan kitlesi de var. Durup durup sahip olduklarını düşünen ve onlara daha çok bağlanan. Ama gözünü sevdiğim gerçek hayat ve Rabbimin kurduğu yaradılış ağacı hep doğru hep kusursuz çalışıyor, insandan beklenen meyvenin buradaki birşeylere değil de O’na koşmak olduğunu ortaya çıkarıp duruyor.
Hepimiz bağlandıklarımız her neyse hayatın en sessiz ve sesli anlarında tokadını yer hale geliyoruz, öyle bize iyi gelecek büyük bir güç kuvvet taşımadıklarını, hem onların acizliğini zayıflığını hem kendi acizliğimizi zayıflığımızı anlayıp duruyoruz.
Çok şükür.
Bu anlayıp anlayıp durma haline asla olumsuz duygu, depresiflik olarak bakmıyorum. Asla. Burada bir sorun yok ki.
Bize ilahi teklif ve çağrı yapılıyor.
‘Lütfen yüzünü onlardan çevirip bana döner misin?’ deniliyor.
Bizim şanssızlığımız şu ki, kimse bize ‘bak sana böyle deniliyor’ demiyor. Bunlar ruhunun incileri, bu duygular kıymetli birer maden demiyor. Tersine surat asıyor, olumsuz yorum yapıyor.
Bediüzzaman muallimlerimiz Allah’tan söz etmiyorlar diyenler lise öğrencilerine, siz muallimleri değil öğrendiğiniz fenleri dinleyin, her biri kendi lisanıyla Allah’tan söz ediyor diyor kitaplarında bir yerde.
İşte aynen öyle, biz de maddeyi bağlanılacak nokta gibi gösteren asık suratlı sus otur şükretçileri dinlemeyi bırakıp, Allah’tan söz eden kalbimizi ve ruhumuzu dinlemeliyiz dostlar.