Az önce çarşıdan geldim. Heryerde seçim minibüsleri, şarkılar, parti broşürü dağıtanlar vardı. Bayraklar zaten gökyüzünü kaplamış, ufuk diye birşey yok. Manzara siyaset yani..
Başlıktaki sorunun, elbette gerçekten hangi partiye oy verdiğinizi sormak için olmadığını belirteyim hemen. Oyunuzu siyasete veriyor musunuz, yoksa siyasete vermiyor musunuz diye yeni bir soruya dikkat çekmek için.
Nasıl yani diyor olabilirsiniz, oyunu siyasete vermek ne demek. Şöyle:
Oyunuzu hangi partiye verirseniz verin, siyasete fazlaca prim vererek, diğer bir değişle hırsla ve önem vere vere vermek var. Bir de tersi var.
Siyasete prim vermeden, oy vereceğiniz partinin koyu bir taraftarı ya da holiganı olmadan “tersini” yapmaya çalışmak da mümkün. Oyunuzu sadece vatandaşlık görevi olduğu için vermek de mümkün.
Bu kadar seçim propagandası altında, bir partiye öyle fazla taraftar olmadan oy vermek mümkün mü diye sorabilirsiniz. Evet kabul, çok zor. Tv izlemiyorum, haftada bir gazete okuyorum. İnternet haberlerine de bir şekilde denk gelirsem bakıyorum. Yine de seçimle ilgili her bir halttan haberdar oluyorum malesef. “Zalim propaganda”dan etkilenmemek, holigan olmamak çok güç, ama mümkün.
Bu yazıyı okuyan sizleri de “gaddar siyaset” ve “zalim propaganda”dan etkilenmemeye, sakin olmaya davet ediyorum. Aşağıda yazdıklarımı hatırda tutarsanız mümkün.
Bir kere siyasetin temel düsturu şu değil mi:
“Muhalifini karalayacaksın. Muhalifini karalayarak kendini öveceksin.”
– Onlar şu hataları yaptı, biz öyle yapmadık. Biz iyisini ve doğrusunu biliriz yaparız.
Lütfen böyle bir insan düşünün, başkalarını karayalarak kendini yüceltmeye çalışıyor. Ve bunu ahlak haline getirmiş. İkrah edilesi birşey olduğunu anlamak için bu tasavvur yeterli. Siyaset insanlarda bu gayr-i insani ahlakın yerleşmesine sebep oluyor. Bakıyorsunuz hiç ummadığınız bir insan bile, siyasi mesaj vereceğim diye birilerini kötüleme telaşına girmiş.
Siyasetin bana en iğrenç gelen yanı bu. Siyasetle ilgilenen insanların hep birilerini kötüleme ihtiyacı hissetmesi. Siyasetin gıdası suyu kötülemek. Ve birilerini kötüleyerek hep kendi taraflarının aklığını paklığını ifşa ediyorlar güya.
Sonra…
İnsanlar kusurludur, hepsi. Herkesin zayıf noktası, dil sürçmesi, absürt kaçan bir çıkışı olabilir. Hele ki siyasetçilerin daha çoktur. Birisi püskevit der, öteki teröriste sayın der, diğeri de azğından küfür kaçırabilir. Olabilir. Hoş değildir ama insanlık halidir.
Siyaset dünyasında bunların bu kusurlarını bulmak, büyütmek, irdelemek, dalga geçmek, ayıplamak, kınamak, tekrar tekrar gözüne sokmak, tekrar tekrar konuşmak, dedikodusunu yapmak, karikatirüze etmek, orda burda yazmak, facebookta paylaşmak en makbul davranıştır. İşte siyaset böyle şeyleri alkışlayan bir üstün gelme sanatı.
Sonra..
Taraftarlık duygusu, insanın hakkaniyet duygsunu ve görüşünü köreltiyor. Hiç mi yok bir tane doğru sözlü düzgün adam muhalif olduğunuz partide. Hiç mi yapmamıştır düşmanı olduğunuz parti bir tane düzgün icraat? Görmezsiniz, göremezsiniz. Görseniz bile görmek istemezsiniz. Ya da hiç mi yoktur sizin tuttuğunuz partide gerçekten hortumlamalar, kötüye kullanmalar.
Kendi partinizin kusurları örtülmeyi hak eder, çünkü çok büyük iyilikleri vardır. Muhalif partinin kusurları ise gerçek kusurdur, çünkü o partide zaten kusurları görmek sizin için en büyük gerçektir.
“Toptan ithamcılık” yapmanın nasıl bir kötülük olduğunu sorsak herkes hay hay der. Kulağa da hiç hoş gelmiyor. Ama partinizin ya da farklılıklara tahammülü olmayan belli bir siyasi görüşün holiganıysanız, toptan ithamcılık size hem çok kolay hem çok doğal gelir. İnsanların bir kısmı toptan şucudur bucudur kötüdür. Başörtülülerin hepsini Tayyipçi, ya da CHP’lilerin hepsini din düşmanı diye toptan karalamak en kolay iştir.
Sonra..
Siyasi görüş farklılığı, tanıdığınız şahısları değerlendirirken de çok haksızlık ettirebilir. Size bu durumu özetleyen bir olay anlatayım.
Olay 1900’lü yılların başlarında geçiyor. İki kişi var, konuşuyorlar. Bir tanesi derin ve yüksek bilgi sahibi saygın biri. Öteki de sevilen biri. Öteki dediğim kişi, kendi siyasi görüşüne muhalif olduğu için herkesce iyi bilinen saygıdeğer birini (Mehmet Akif Ersoy’u) kötülemeye başlıyor. Öyle ağır hakaretler ediyor ki, dinleyen kişi şaşırıyor, sarsılıyor. Konuşan kişi, sonra da kendi siyasi görüşüne yakın diye hilekar bir adamı saygıyla anıyor, ve dessas, cambaz, hilekar, münafık karakterli, İngiliz muhipler cemiyeti üyesi olan bu adamdan medihle ve sitayişle bahs ediyor.
Olay 1. dünya savaşından sonra İstanbul’un çalkantılı döneminde geçiyor. Anlatılanları dinleyen saygın dediğim kişi Bediüzzaman.
Bediüzzaman partizanlığın böylesinden çok korkunç ürküyor. O kişiyi uyarıyor. Demek ki siyaset böyle birşey diye farkındalık yaşıyor. Ve o gün hayat boyu etkisinde kalacağı bir değişim yaşıyor. Euzu billahi mineşşeytani vessiyaset (Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım) diyor. Ve kalbinden gelen bu sığınma duasını, ömür boyu siyasi konularla ilgilenmemek şeklinde gerçeğe dönüştüyor. Öyle bir değişim yaşıyor ki, siyasetle ilgilendiği dönemde günde 9 tane gazete okuyan biriyken, 2. dünya savaşı çıktığında herkes radyo dinlemeye koşarken savaş haberlerini bile dinlemeyen biri haline gelmiş oluyor. Olur da bir tarafa az da olsa taraftar olurum, taraftar olduğum tarafın zulümlerine adeta destekçi hükmünde olurum diye.
İşte böyle.
Siyasî taraftarlık, iyiliği aşikar insanları yerin dibine batıra batıra kötülemeye, kötülüğü aşikar insanları da göklere çıkara çıkara övmeye neden olabilir.
Gaddar siyaset, acımadan kıyar.
Zalim propaganda, haksızı haklı gibi gösterme yeteneğini çok güzel kullanır.
Baştaki soruya dönelim..
Herkes oyunu bir yere verecek.
Oyunu siyasete de vererek, siyasete alet mi olacak?
Yoksa tersini mi yapacak.
Bütün seçimlerde asıl tercih bu.