Anneannem dedeme asla ‘ben gün içinde ne kadar çok şeyi idare ediyorum biliyor musun, gece yatana kadar da düşünmem gerekenler bitmiyor, gece de uykumu bölüp çocukla ilgileniyorum ama sen akşam eve gelince düşüneceğin hiç bir şey kalmıyor’ diye serzenişte bulunmadı.
Şimdiyse evlerdeki en yıkıcı tartışmalar bu cümleyle başlıyor.
Anneannem böyle demedi çünkü dedem için akşam işten gelmek sonra da köşeye çekilmek gibi bir durum sözkonusu değildi. Yoksa anneannem serzenişlerini eksik eden biri değildi kesinlikle.
Modern dünyanın herkese yaptığı bir çok kötülük var, ama en etkilisini iş yükü noktasından ‘kadın’a yaptı herhalde. Çünkü erkeğin işini belli saatler arası yapılan mesaiye indirgedi, kadınınsa yükünü ve angaryasını arttırdı.
Eskiden, hayat tarımsal üretimle devam ettirilirken, erkekler için çalışmak belli bir saatte başlayıp belli bir saatte biten bir şey DEĞİLDİ.
Dedemin hayatını hatırlıyorum da, gece bile düşünmesi gereken ahırdaki hayvanlar olurdu. Gün içinde her zaman beklenmedik durumlarla karşılaşırdı, bazen hava şartları bazen başka bir sebepten.
Henüz güneşin ışıkları gecenin karanlığını tam yok edememişken kahvaltı için uyandırıldığımızda, dedemin nice işi halletmiş halde dışarıdan gelişini görürdüm, bu adam ne zaman uyandı diye hayret içinde bakardım.
Hayat şehre evrilince ise erkeklerin konumu tamamen değişti. Eve dönerken işi işte bırakıyorlar.
Eve gidince yapılacaklar listesi de şöyle: dinlenmek, uzanmak, eğlenmek, birşeyler izlemek, sosyal medyada takılmak, rahatlamak. Belki benim eşim gibi çok az bir kısmı için kitap okumak. Sonuçta yine kendisinin hoşlandığı şeyler.
Bazen bu saltanatı sadece haftada bir gece yaşamak için neler vermezdim diye geçiriyorum. Akşamdan ertesi sabaha kadar hiçbirşey yapmıyorsun ne muazzam. Ama asla gerçek olmayacak bir hayalden öte değil…
Ev yokmuş orası adeta bir otelmiş, evde devam etmesi gereken bir devr-i daim yokmuş, insanlar yokmuş, duygular yokmuş gibi yapılan düzenleme erkeğin hayatında- hatta bazıları için zihninde- gerçekleşti ama kadının hayatında değil. Yapılacaklar listesi her geçen gün yağmur gibi sağnaklaşıyor ve bizim bir kaç saatliğine bile bir şemsiyemiz yok.
Dedeme bakıp ne kadar çok şeyi bir arada idare etmek zorunda kalıyor diye geçirmezdim çocukken. Çünkü normal gelirdi. Ama şimdi düşünüyorum. Çünkü günümüz kadınlarının gece yatmadan önce halletmesi gereken en basit işler bile toplamda yirmi otuz adet kalem olabiliyor, tıpkı dedemin işleri gibi.
Şehirdeki bir beyin düşündüğü faturaları unutmuyorum ama onları dedem de düşünüyordu. Elektrik, odun, kömür vs… Üstelik dedem buzdolabında bir şey bozulmuş mu, mutfakta eksik ne var ne yok bunlarla ilgili de az çok fikir sahibiydi. Çünkü eve yiyecek olak giren unun, meyvenin sütün yumurtanın bir kısmı da tarladan bahçeden ahırdan geliyordu. Girip çıkanların farkında olunuyordu.
Şehir hayatında ise bir kocanın mutfakta neler olup bittiğinden biraz haberinin olması erkekliğine leke sürülmesi gibi algılanır oldu, en çok da kendileri tarafından. Hayret içindeyim, geleneksel olana gayet ters iken bu değişim nasıl gerçekleşti?
Babalar eve öyle bir yükle geliyor ki, en ufak bir gürültüye sorumluluğa tahammülleri kalmamış oluyor. Oysa evde ilgilenilmesi gereken çocuklar, belki ortak hayata dair bitmemiş işler, karşılanmamış duygusal ihtiyaçlar bekliyor oluyor.
Bir kaç gün önce bir arkadaşım benimle Psikolog Cihan Çelik’in şu göndersini paylaşmış:
Bu manzaranın en acıklı ucuysa şu bence; bizler, annelerimiz gibi evimizle bütünleşmiş karakterler değiliz. Bu ‘benim evim’ şeklinde bir duyguyla eve bakıp bakıp sevme, yeni bir eşya alıp onunla birlikte eve bir daha bakma, o evdeki bir çok rutini de böylece sevebilme ve kaldırabilme hissinden çok uzağız.
Yapmak zorunda olduğumuz işler severek yapıyor olsak bile çok yorucu ve yıpratıcıyken, hiç bir aidiyet hissetmeden o işleri yapmak kadar büyük bir kahır yok.
Çok yakınımızdaki bir ailede evle ilgili herşeyi çok severek yaptığını sandığım biri vardı, hatta hayret ederdim bunca işi tek başına nasıl göğüslüyor oluşuna… Baba çocuklara bir silgi bile almazdı, mutfak, kırtasiye, giyim, okul işleri, ev ihtiyaçları.. Kısaca evde de dışarıda da yapılan herşey ama herşey kadının üstündeydi. Ama demek ki o öyle mutlu derdim.
Ve bir gün kadın dayanamadı, çocukları ve herşeyi bırakıp gitti. Şimdi keşke her sorumluluğun altına bu kadar girmeseyedi, keşke kendini biraz daha ciddi ifade etseydi diye geçirmeden edemiyorum.
Şu an baba işteyken o çocukların yalnızbaşlarına uyanması, akraba çevre desteğine rağmen gözlerde gördüğüm paramparça yansımalar…
Geleneksel ‘ana- dişi kuş’ kadın olmayı hedefleyenler bile öyle olamıyor, çünkü hayat geleneksel şartlarla devam etmiyor, erkek geleneksel hayat yaşamıyor kadın nasıl olsun ki… Dahası algılarımız ve beklentilerimiz hiç de geleneksel değil…
Neler yapılabilir belki başka bir yazının konusu ama bu durumu iyi anlamak ve elimizi taşın altına koymak gerektiğini düşünüyorum. Elimizi taşın altına koymak her işi sessiz sedasız göğüslenmek değil, kavga etmek de değil, bu durumu asla kabullenmemek ve değişmek için çaba göstermek…
Belki birşeylerin kendiliğinden görülüp düşünülmesini, paylaşılmasını beklemeden- ki en büyük hatamız bu ve sonrasında yaşadığımız hayalkırıklığı oluyor- paylaştıran kişi olmak. Belki başka alternatifler…
Artık şemsiye mi kapşon mu yürümeye mola verip yağmur almayan bir yerlerde beklemek mi hangisi olabiliyorsa…