Cumartesi günü eşimin memleketi Safranbolu’ya geldik. Hem bayramda gelemeyişimizin telafisi olsun, hem de Çarşamba günkü resmi tatili haftasonuyla birleştirip bir hava değişikliği yapalım dedik.
Cumartesi sabah yola çıkmaya niyetlenmiştik, hatta çocuklar bir an önce varabilmek için akşamdan eşyalarını hazırladılar ve sabah erkenden gidelim demeye başladılar.
Her yolculuk öncesi süreçte olduğu gibi, hazırlanacak bavul, evden çıkmadan önce yapılması gereken şeyler vardı kafamda son gün. Gitmeye ancak son gece kesin karar verdiğimiz için bir şey de hazırlamamıştım.
Yine de kendimi zorlayarak ve hızlandırarak Cumartesi sabah erkenden çıkacak şekilde hazırlanabilirdim ama kendime bir “dur” dedim. Hızlı hızlı hazırlanmak için, az zamanda çok iş yapmaya çalışacak, kaygılı gergin biri olacaksın. Çocuklara çatacaksın, bazen eşyalara bile kızacaksın niye sana köstek oluyorlar diye.
Facebookta paylaştığım bir gönderinin altına gelen yorumdaki tavsiye üzerine, 1 haftadır Mehtap Kayaoğlu’nun Öfke Kontrolü isimli kitabını okuyorum. Kitabın bende yaptığı ilk etki, ‘amacını değiştir’ oldu. Bu dur ikazını, o etkiyle yapabildim.
Herşeyi zamanında yetiştirince, veya az zamanda çok iş yapınca mutlu olacağım gibi bir gizli amaç varmış içimde. Mesela Safranbolu’ya gelirken sabah ne kadar erken çıkarsak, o kadar vakitli ve rahat varmış olacağız, orada geçireceğimiz süre o kadar çok olacak, daha mutlu olacağız gibi düşünüyormuşum.
Hayır dedim, çabuk olacağım diye o kadar yıpranınca mutlu falan olmuyorum. Sabah yaşadığım gerginliğin faturası tüm güne bazen tüm yolculuğa çıkıyor. Amacım ne yaşıyorsam o sırada mutlu olmak olacak, erken çıkabilip mutlu olmak değil.
Sabah kalktık, kahvaltı ettik. Hatta neden hemen gitmiyoruz diye soran oğluma, ‘hemen gidince öğlen orada olacağız ama peki ya o kadar mutlu olacak mıyız gerçekten, sabah hızlı olmaya çalışırken birbirimize kızmayacak mıyız?’ diyerek izah ettim.
Öğlen çıktık, yolda da uzun bir namaz ve yemek molası verdik. Hatta iki namaz molası verdik. Normalde sadece çabuk olmaya odaklanmış bir şekilde, yaşadığımız anı pek hissedemeyerek bir an önce varma güdüsüyle, etrafımıza hiç bakmadan koştura koştura hareket ederdik.
Kitapta, öfkeyi arttıran şeylerden söz ederken stres faktörleri ve yoğunluk gibi etkenleri sayıyor. Yorgunluk, uykusuzluk gibi şeylerin öfkeyi arttıracağı kehanet değil, bizim yaradılışımızın bir kanunu gibi.
Öfkenizin gelmesini beklemeden, stres oluşturan sebepleri yok etmeye çalışın diyor.
Çabuk olmaya çalışırken panik olmak ve gerilmek, benim hayatımdaki başlıca stres faktörüydü sanırım. Bu şekilde kapasiteme göre ayarlama yapma beni çok rahatlattı.
Her evde her ailede, hayatın merkezine alınmış amaçlar elbette farklı olabiliyor. Bizde çabuk olmak, beklemeye tahammülsüzlük, planlı olmak gibi ‘zaman’la ilgili amaçlar varken, bazı evlerde yemekle ilgili, bazı evlerde ‘temizlik’le ilgili olabiliyor amaçlar. Bazılarında daha daha başka.
Yaşamın en mutlu eden tarafının, temiz bir ortamda yaşamak olduğunu düşünen bir anne ya da baba, o mutluluğu elde etmek için yaşadığı süreçte kendisine ve çocuklara yüklenerek öfkelenebiliyor mesela. Bir şeylerin kirlenmesine katlanamıyor, temizlenecek şeylerin artmaması uğruna evin içinde hiç bir şey yapamaz, insanlara hareket alanı vermez hale gelebiliyor.
Ya da keyfini ve saadetini yemek sofrasında bulan bir aile için, yemeğe hazırlanma süreci başka önemli şeylerin geri plana itilmesine neden olabiliyor. O başka önemlilerin varlığı bile öfkelendirebiliyor, çıkardığı sorunlar daha da öfkelendiriyor. Sofrada yaşanacak mutluluğa kast ediyorlarmış gibi geliyor insana.
Zaman planı yapmak da, temizlik de, yemeğin lezzeti de elbette mutluluk kalitesini arttıran şeyler ama bunları baş köşeye koyup, başka şeyleri bunlara feda etmeye başlayınca arıza başlıyor galiba.
İşte bunu idrak etmeye çalışıyorum bir kaç gündür.
Ve ‘her şey zamanında olmazsa ölmeyiz, ama her şey zamanında olsun diye kendimi paralayınca mutluluk ölüyor’ diyorum kendime.
Sakinlik ve rahatlık da ölüyor, öfke yaşıyor sadece.
Oysa sükunet ve dinginlik, ne kadar güzel.