Dün 19 aylık kızım elini mutfak çekmecesine sıkıştırdı. Aslında çekmecelerden elini korumayı öğrenmişti ama dikkatsiz bir anına geldi işte.
O kadar ağladı ki, sadece eli acıdığı için değil, çekmeceye elini sıkıştırdığının farkında olduğu için de üzülmüştü. Artık çekmeceye el sıkıştırmanın kötü bir şey olduğunu biliyordu, bu kötü şeyi yaşadığı için sinir olmuştu.
Eskiden aklı ermiyordu, eli sıkışınca ne olduğunun farkına varmadan acıdı diye ilk an biraz ağlar, sonra hemen unuturdu. Bu sefer unutmadı.
Kucağıma aldım, ona sarıldım. Ah bebeğim dedim, daha o kadar çok şeye dikkat etmeyi öğreneceksin ki böyle. İnsanız biz, çok şey öğrenmemiz gerekiyor, böyleyiz biz.
Bir kaç gün önce çocuklarla seyrettiğimiz çizgi filmi hatırladım. (Hay çizgi filmini bir daha izledik) Bir yerinde hayvanların hiç bir şey öğrenmeye muhtaç olmadan, hazır bilgiyle doğduklarını anlatıyordu.
Bir yavru ördek yumurtadan çıkar çıkmaz, dereye koşup şıp diye yüzebiliyordu. Bir ceylan doğar doğmaz atlayıp zıplamaya başlıyordu.
Şu acayip insansa, 1 yıl içinde ancak ayağa kalkıyor, çekmeceye elini sıkıştırmamayı bile 2 yıl içinde ancak tam öğreniyordu, olacak iş değil. Ömür boyu daha karşısına ne düşmanlar ne acılar çıkıyordu da, kendini hepsinden nasıl koruyacağını öğren öğren bitmiyordu.
Hayvan kendisini tehlikelerden korumak için silah ya da zırhlarla doluydu aynı zamanda.
Hayvana geçilen torpil sadece bu muydu? Hayvan hiç bir şeye ihtiyaç duymuyordu, karnını doyuracak bir kaç lokmadan başka. Hiç bir şeyin derdini tasasını çekmiyordu.
Benimse bu sabah kalktığımda kafamda evin ve çocukların ihtiyaç listesi vardı. Oğlana hırka alınacak kışlık gömleği de pek kalmamış, bebeğe ayakkabı lazım, eşofman takımı da lazım, ha bir de pantolon lazım. Ortanca kıza da pantolon lazım, oğlana bir de bornoz lazım, a bir de pijama takımı…
Eve de şu alınacaktı, oranın tozu alınacaktı, perdelerin de yıkanma zamanı gelmişti. Su içtiğimiz sürahinin varlığı bile ne büyük ihtiyaçtı bizim hayatımızda. Hayvanın böyle uğraştırıcı detaylarla işi yoktu.
Ne yiyeceğini de düşünmüyordu. Çocuklara bugün kek yapsam mı acaba, akşama şu yemeği mi yapsam onu mu diye bocalamıyordu.
Bense, buzdolabı boşalmış mıydı, meyve var mıydı, alışverişte şu şu sebzelerin hepsini alsam mı yoksa hepsini yapamazsam bozulur muydu düşünceleri içinde yaşıyordum.
Ya böyle düşünürken göz gezdirdiğim eşyalar, evin eşyaları! Ne kadar da çabuk eskiyorlardı, hep yeni kalacakmış ve evin bir köşesinde güzellikleriyle parlayıp parlayıp seni mutlu edecekmiş gibi gelen eşyalar öyle yepisyeni kalmıyor, uçları köşeleri aşınıyor, renkleri soluyor, günden güne tükeniyorlardı.
Temizlemen, bakımını yapman, bozulunca kırılınca tamir ettirmen gibi yüklerle de seni hep meşgul ediyordu nankörler.
İnsan hayvanla kıyaslanınca ne kadar da çok şeyin kederini çekebiliyor, farkında olabiliyordu böyle. Hayvan olmak lazımmış bu dünyada, ye iç yat, akıl da yok oh ne ala memleket. Sanki akıl şu acayip insana azap aleti olsun, herşeyin tasasını çeksin diye verilmişti.
Ve tüm bu sıkıntıların, kaygıların, sıkıntı ve üzüntü olmaktan başka hiç bir anlamı yoktu sanki?
Ah bebeğim, öyle olur muydu hiç.. Geçti mi elinin acısı.
Olmaz olur muydu anlamı, bunca nizamlı ve devasa bir düzenin olduğu dünyada insanın böyle çok ihtiyaçlı, pek nazik ve gayet derece incinebilen bir yaratık olması, boşu boşuna ya da tesadüfen olabilir miydi?
Yoksa insanın bir şeyleri araması ve talep etmesi için kasıtlı olarak mı kurgulanmıştı?
Çocukların, evin bir sürü ihtiyacını, yükünü taşımasaydık, muhtaçlık hissinden haberimiz olmazdı ki. İhtiyaçlarımızı kusursuz karşılayacak Güc’ü bulmak içimizden gelmezdi ki? O’na dayanmak, günde 40 kere O’ndan yardım dilemek de istemezdik herhalde.
İhtiyaçlarımız günden güne yenilenmeseydi, bir kere alıp kenara koyar, ya da bir kere yer doyar, gururlu birer ‘sahip’ zannetmez miydik kendimizi?
Ben bu fani hayatta bu kadar şey istiyorum, ya ebediyette nelere ihtiyacım olacak kim bilir, neleri isteyeceğim diye de düşünmezdik. Ebedî ihtiyaçlarımızı da hayal edemez, onlar için çalışamazdık.
Buradaki herşey güzel ve yepisyeni kalsaydı, fanilik damgası olmasaydı herşeyin üzerinde, dünya bize yeter gibi gelirdi değil mi? Eşyaların bakımını, parasını, temizlikçi kadınını, zahmetini, tasasını çekmediğim bir yer istiyorum ben diye söylenebilir miydik içten içe?
Cennetin ve sonsuzluğun, laf olsun diye değil, faniliğin ve geçiciliğin elemini şuracıkta hissederek hayal edildiğini anlayabilir miydik?
Ya hayvan gibi, herşeyi hazır öğrenmiş olarak gelseydik dünyaya ve fazladan bir şey öğrenecek aklımız, kapasitemiz olmasaydı… Tüm bu soruları sorabilir miydik?
Cevaplarını arayabilir miydik, bulabilir miydik?
Hayvanın aklı olmadığı için tek yaptığı şey yeyip, içip yaşamak, güneşe karşı yatmak, eğlenmek; bizim yaratılış amacımız da sadece bunlar olsaydı biz de hayvan olarak yaratılırdık herhalde.
Bizim başka şeyleri çakmamız isteniyor belli ki.
Hayvan olmak torpilli olmak da değil galiba, çok muhteşem bir gösteriyi izleyip hiç bir şey anlamayacak bir bakan kör olmak yerine, her detayı fark edecek, manasını takdir edecek onur konuğu olmuşuz biz.
Ama işte o onur konuğu olma kısmı, akıl ile oluyor. Ve biraz sıkıntılı oluyor.
Dün bir adamcağız intihar etmiş, haberlerde ve sosyal medyada vardı. Ölmeden önce bir video hazırlamış, paylaşmış. Acıların varlığı değil, anlamsız gelmesi üzüyor, eziyor insanı en çok. Ne kadar da belli oluyordu yüzünden.
Ben bu kadar şeyi bir şey için yaşıyorum, boşuna yaşamıyorum diyebilse görebilse insan, dünyası birdenbire değişecek.
Aklı neden azap aleti olarak kullanır ki insan…
Bir Yaratıcı’ya, kasıtlı bir kurgu ve senaryoya inanmanın acı ve sıkıntı getireceğini sandığı için belki de. Evet bazı insanlara böyle öğretiliyor, ve belki onlar için durum daha zor. Bilemiyorum.
Ama şunu biliyorum.
Bir kurgunun içinde, bir Göz tarafından izlendiğini bilerek, ve herşeyin kontrol altında olduğu güvenini yaşayarak bulunmak çok güzel aslında.
Sıkıntılarda boğulmadan bakabilirsek, görebileceğiz ki hem nimetler hem sıkıntılar gelişim için verilmiş.
Ve insanın bu savunmasız, bu kırılgan yapısının boşu boşuna olmadığını kabul edenler için, herşey çok muhteşem bir sona, bir sonsuzluğa doğru gidiyor.