ANNELİK İÇ DÜNYA

Yoksunluk Korkusu

Sevgili günlük,

Şu sıralar değişik dönemlerden geçtiğimiz için hatıra yazmaya karar verdim. Okulda sosyal hizmet uygulamaları diye bir dersimiz var, o dersin hocası ısrarla tavsiye etti. Böyle tarihî dönemlerden geçerken yazılan hatıralar ‘farklı’ oluyormuş. Sözlerine ve tecrübelerine çok değer verdiğim bir hocam kendisi, bana da değerli bir uğraş olur gibi geldi. Hem belki ileride geriye dönüp okurum ve bu günleri tefekkür ederim. Elime defter kalem alıp yazmam zor olacağından blogda yazmaya karar verdim. Herhalde 2-3 günde bir yazarım.

Virüs nedeniyle tam 27 gündür evdeyiz, bir defa doktora bir iki kez de markete çıktım sadece.

Günler hep aynı geçiyor duygusunu ilk defa bu şekilde deneyimliyorum. İki gün önce çok sıkılmıştım, öğlen pek yemek hazırlamak canım istemedi salçalı makarna yaptım sadece. Herkes mutfaktan alsın yesin diye duyurdum evdekilere. Kendime bir tabağa koydum, üstüne de peynir serptim, kat kat giyinip balkona çıktım. Dışarıda fırtına gibi bir rüzgar vardı. Öyle bir esiyordu ki, biri beni ikide bir ittiriyor gibi yerimden sarsılıyordum. Nefes kesen bir soğuk da vardı. Böyle sabit bile duramazken yemek yemek zordu ama çok güzel ve değişik geldi bana. Bir kaşık makarnayı ağzıma götürürken makarnaların iki tanesi rüzgardan uçtu ve yere düştü. Bu ‘olay bile olmayan olay’ beni epey güldürdü. Yere salça bulaşmasına falan üzülmedim, ufak da olsa farklı bir şey olduğu için sevindim. O anda kendime acıdım biraz, ne kadar zavallı bir durumdaydım ki iki makarnanın uçuşuna çocuk gibi sevinmiştim.

Her gün aynı geçmesin diye değişik şeyler yapıyorum. Dün Zührenur’a yeni elbise dikmeye başladım, geçen hafta salonda koltukların yerini değiştirdim. Hep elimin alıştıklarını değil değişik değişik yemekler yapıyorum. Bazı sabahlar herkes uyurken spor yapıyorum, takip ettiğim programın yanında değişik hareketler de ekliyorum.  Lakin ne kadar değişik şeyler yapmaya çalışsam da günler ‘hep aynı geçiyor’ duygusu bazen çok ağır basıyor. Bu duygunun altında ezilmemek için farklı şeyler yapmak, eli hep meşgul etmek birinci adım biliyorum. Ama sadece bu adımın yetmediğini artık anlıyorum.

Böyle zamanlarda hep zindandaki Yusuf’u düşünürüm. Yine o geliyor gözümün önüne. Günlerin hep aynı geçtiği, güneşi göremediği bir yerde yıllarca kalıyor, suçsuz yere. Şimdi onun durumunu çok daha iyi anlayabiliyorum. Peygamberler böyle zamanlarda günler hep aynı geçiyor bitmiyor gibi düşünceler içinde değillermiş. Daha ne kadar sürecek, çok mu sürecek, ne olacak korkusu da yaşamamışlar. İçinde bulunduğumuz bu durum ya bizi Rabbimizi tesbihten alıkoyarsa diye korkmuşlar. Ya O’nunla ilişkimiz zayıflarsa diye korkmuşlar. Ne kadar asil bir korku. İnsanın tehlike anlayışını değiştiren bir kaygılanma biçimi. Benim başıma gelebilecek herhangi bir şey öyle büyük bir tehlike değil de, ilişkimin kesilmesi büyük bir tehlike. Hem de bunu benim kesmem, başıma gelenler nedeniyle kesmem tehlike. Balığın karnına düşen Yunus da öyle düşünmüş, tüm vücudu hastalıktan kırılan Eyyüb de.

Yusuf, zindanda su saatini keşfetmiş, ibadetlerini zamanında yapabilmek için. Karanlık onun için bir kaybolup gitme sebebi olmamış.

Nebilerin bu halini düşündüğümde biz neden hep kendimizle ilgili korkular çekiyoruz diye geçiriyorum sevgili günlük. Galiba kendimizi çok ihmal edilmiş hissediyoruz. Ya da çok yoksun. Hep birşeylerden yoksunuz sanki biz. Hep kendimizi ve ne halde olduğumuzu düşünerek açığı kapatmaya çalışıyoruz.

Üstelik bu hisler malesef çok işletilebiliyor. Örneğin okuduğumuz bir ebeveynlik kitabı falan annemiz tarafından ihmal edildiğimiz hissini bizde yerleştirip, sürekli bu konuya takık olmamıza, kendimize acımanızı sağlayabiliyorsa çok etkileyici oluyor bizim için. Bıraktığı temel düşünce de ‘ne çok yaram var’ filan oluyor.

Sanki dünyaya gelen herkes ortalama bir anne sevgisi görüyormuş da bir tek biz görmemişiz gibi ajite oluyoruz. Kitapları yazanların amacının bunu yapmak olduğunu kast etmiyorum sevgili günlük. Oradaki bilgileri alıp kullanma tarzımızdan ve algıdan söz ediyorum.

Yanlış varsayımları düşüncemizin başladığı yere temel yapıyoruz. Sanki insan düzgün bir anne sevgisi görmezse yapamayacak şekilde yaratılmıştır. Sanki insan kardeşleri tarafından kuyuya atılıp, sonra da iftiraya uğrayıp yıllarca zindanda kalınca yapamayacak şekilde yaratılmıştır. Ya da Eyyüb gibi korkunç bir hastalığa yakalandığında yaşadığı yoksunluk hissini atlatamayacak şekilde yaratılmıştır. Duy da inanma.

Uyanmalıyım sevgili günlük. Günlerim aynı geçiyorsa nolmuş, bu bir yoksunluk mu? Bu süreç geçince vah vah, nasıl da evde aynı şeyleri yapmaktan kafayı yer olmuştuk, ne durumlara düşmüştük filan mı diyeceğiz? Yine bir şekilde kendimize acımak için mi kullanacağız yaşadıklarımızı? Kendi kendimize acıyıp kendi kendimizi tatmin etmiş mi olacağız? Dahası, dışarı çıkıp değişik şeyler yapabiliyor olunca yoksunluğumuz geçmiş mi olacak?

Yine çok yoksun kalmış hissedip, sonra gezip dolaşıp yoksunluğumuzu gideriyoruz oh be filan deyince de gidermiş mi olacağız?

Öyle olmadığını sanırım sen bile anladın sevgili günlük.

Peygamberler O’nunla ilişkilerinin zayıflamasından korkmakta haklıymış sevgili günlük. O’nunla hep yakın ilişki halinde olmanın tadını almışlar.

O’nunla yakın olmak, çok sevdiğin birine sürekli sarılıyor olmak gibi bir duygu. Sarıldıkça daha da güvende hissediyorsun, tüm endişelerinden arınıyorsun. Bir bir çözülüyor kalbindeki düğümler. O’na sarılmaya devam etmek ve O seni hep rahatlatsın istiyorsun. Hiç bir şey sana dert gibi görünmez oluyor. Hep O’nunla olmak istiyorsun, yanından hiç ayrılmak istemiyorsun.

Nebilerin bu duyguyu kaybetmekten neden o kadar korktuklarını anlıyorum sevgili günlük. Onlar başlarına gelen şeylerin değil de bu duyguyu kaybetmenin bela olduğunu biliyormuş.

Ben de bu duyguları yakalayabilirsem her günün aynı geçtiğinin farkında bile olmam belki sevgili günlük.

Ara sıra bile olsa yakalayabilirsem…

Bunlar da hoşunuza gidebilir...