İnsan gerçekten hayret ediyor. Bir genç kız tacize uğrayıp, öldürülüyor yakılıyor, ülke sallanıyor ve biz hala insan aklıyla uydurulmuş ceza hukuklarının ne kadar arızalı olduğunu tartışmıyoruz bile.
İnsanların binbir türlü felsefesine bıraktığınızda merhametin ve adaletin dozunu kim neye göre ayarlayacak? Suçun ve mağduriyetin, cezanın ve diyetin tarifini kim belirleyecek? Adamlar 10 yıl sonra şartlı tahliye ile dışarı çıktığında kim ne diyecek?
Hani çok boş bir laf vardır ya, mahkemelere filan işi düşenler söyler: Adalete güvenimiz sonsuz.
Tabi tabi, katilleri 10 yılda iyi halden sokağa salan, tacizcilerin hırsızların yararlanabileceği cezaî indirimlerle donatılmış olan, bir taraftan da boşlukları açıkları yüzünden yok yere suçu kesinleşmemiş insanların ömrünü çürüten adalete güveneceğiz öyle mi?
Benim Allah’tan başka kimsenin adaletine güvenim sonsuz değil vallahi. Sonsuz değil azıcık güvenim bile yok.
Niye olsun ki, hırsız adamın evine giriyor mesela, pencereden atlarken güvenlik kamerasına bile kayıt ediliyor, bizim adalet mi garabet mi olduğunu anlaşılmayan kanunlar hırsızı serbest bırakıyor. Karısını öldüren adama, tahrik edilmiş adam diye indirim uyguluyor.
Malum 10 gün önce umreden döndük. Kendi ülkemde 10 yaşındaki oğlumu AVM’de bilmem nerede umumî tuvalete yolladığımda, acaba tacize uğrar mı, başına birşey gelir mi diye binbir türlü kötü senaryoyla boğuşarak bekleyen ben, çocuğumu gönül rahatlığıyla istediği yere yollayabilmenin nasıl şahane bir duygu olduğunu yaşadım Suudî Arabistan’da, inanamıyorum.
Bu durum oradaki insanların çok ahlaklı olmasından mı kaynaklanıyor, hayır. Biri bir çocuğa karşı böyle birşeye yeltecek olsa, bakın yapacak olsa değil yeltenecek olsa, kendi akıbetini gözüyle görür gibi görür çünkü. Allah’ın affının böyle bir durumda söz konusu olmayacağını bilir, herşey çok kesin, çizgiler çok net.
Orada insanın insana dokunmasının cezası da büyükmüş. O kadar izdiham, o kadar yüzbinlerce kalabalık var. Polisler burada namaz kılamazsın şuraya git demek için çantana azıcık dokunuyor, ya da seccadeni kaldırıp kalkmanı işaret ediyor. Bizim polisimiz olsa kolundan tutar kaldırır icabında jop filan kullanır. Çünkü insan canının ve onurunun değeri yok batıdan kopyalanmış uyduruk adalet yüzünden. O polise yaptığı saygısızlığı ödetecek kanun yok.
Eşime dedim ki ‘aa bu polisler hiç dokunmuyor insana, kadın diye dikkat ediyorlar herhalde.’
‘Yok erkeğe de dokunamazlar, dokunan suçludur’ dedi. Efendim trafik kazası filan yaptınız diyelim, burun buruna kavga bile etseniz, bir sürü küfür bile savursanız dokunmuyormuş kimse kimseye. Dokunan direk suçlu oluyormuş. Dokunana bile kısas yapmak gerekiyor çünkü.
Gözünü sevdiğim kısas. Ve bir çok suç dokunmanın ardından geldiğinden, dokundurtmamak suçu başlamadan yok etmek oluyor. Bizdeki millet kavga ederken birbirinin yakasına yapışıyor, tartaklıyor, itiyor kakıyor ne ararsan var.
Hırsızlık yapan biliyor ki yakalanırsa eli kesilecek, elini kaybetmeyi göze alacak kadar gözü kara olan nadir karakterler deniyor sadece. Bizdeki gibi arsızlık boyutuna varmıyor.
Efendim Suudî Arabistan’da kötü ve hoş olmayanlar şeyler de çok. Hiç gerekli olmayan, insan felsefesinden çıkmış katı yasaklar da var. Orası harika filan diye düşünmüyorum.
Fakat insanı hayatın içinde çok rahatlatan ve
“Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri! Umulur ki sakınırsınız.”(Bakara, 179)
ayetindeki kısas ilkesine dayanan uygulamalar da insanın böyle dikkatini çekiyor işte. Çocuğumu hiç düşünmeden her yere gönderebilmenin rahatlığını unutamam.
Yine kadınlar da çok özenilesi bir emniyet ve güven duygusu içinde hareket ediyorlar, bizdeki gibi korkuyla sokakta gezmenin hayali bile yok. İnsan hem hayret ediyor, hem de, var da bunları biz niye uygulamıyoruz yahu diye hasret çekiyor.
Değişik his ve dürtülerle yaratılmış insanoğluna hiç bir din gönderilmeseydi, yeryüzünde adalet istiyorsanız şöyle şöyle yapın diyen, detayıyla bize yol gösteren bir kitap olmasaydı biz Allah’a sitem ederdik herhalde.
– “Neden bize huzur içinde nasıl yaşayacağımızı bildirmiyorsun, neye suç diyelim neye demeyelim, hangi suça nasıl ceza verelim söyleseydin de keşke, başımız dertten kurtulsaydı” derdik herhalde.
– “Bizdeki hayat makinasını çalıştıran sensin ve kainattaki hayatı da idame eden sensin, o hayatın içindeki sosyal ilişkilerin de nasıl en sağlam şekilde düzenleneceğini senden daha iyi kim bilebilir ki, neden bize bildirmiyorsun?” der miydik, derdik..
– Serzenişimizi arttrır ve şöyle yalvarırdık “İnsana konuşmayı öğreten, dili ve sesi veren, elbette konuşabilir, seçkin kulları peygamberleri vasıtasıyla insanlara neyin güzel, neyin çirkin olduğunu anlatabilir. Neden bizimle konuşmuyorsun?”
Derdik değil mi? Kesin derdik.
Acaba ne etliye ne sütlüye gelmeyenlerden miyiz?
Bizimle konuşulmuş, zararın menfaatin nerede olduğu kesin olarak tespit edilmiş de, dönüp bakan az.
Üstelik sağlaması da başta peygamber tarafından nice kere yapılmış adalet reçetelerini neden kullanmıyoruz acaba? 600 yıllık Osmanlı’da el kesilme vakası 5-6 taneyi geçmemiş. Öyle herkesin elinin de kesilmediğini beşeriyet yaşamış görmüş.
Yıl olmuş 2015, insanoğlunun kısır ve şaşı bakış açısından adaletli kanunlar çıkmasını bekliyoruz hala.
İnsan gerçekten çok büyük hayret ediyor.
Mesele idam cezası gelsin mi gelmesin mi de değil. İdam cezasını da beşerî bir felsefenin ürünü gibi getirirsek, başka bir beşerî felsefe de idam cezasını yanlışlamaya filan adayacak kendini. Bir daha kaldıracaklar. O yanlışlayanlara da argüman geliştirecek bazıları. Yüzyıllar geçer, bir sonuç çıkmadan kıyamet kopar inan ki.
Olan yine mağdura olur, mazluma olur. Mesele hayatı sadece hayatı verenin koruyabileceğini bilmekte.
Böyle boşluklara, acabalara, karışıklıklara, korkulara, zulümlere gerek bırakmayan hakiki adalet nasıl birşey, bir misalini okuyarak bitirelim:
Bir zaman bir adam, bir sahrâda, bedevîler içinde ehl-i hakikat bir zatın evine misafir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar. Hattâ ev sahibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış. Misafirhane sahibine dedi:
“Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşeye atmışsınız?”
Hane sahibi dedi: “Bizde hırsızlık olmaz.” Misafir dedi:
“Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok defalar hırsızlık oluyor.”
Hane sahibi demiş: “Biz emr-i İlâhî namına ve adâlet-i şer’iye hesabına hırsızın elini kesiyoruz.”
Misafir dedi: “Öyleyse çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir.”
Hane sahibi dedi: “Ben elli yaşına girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm.”
Misafir taaccüp etti, dedi ki: “Memleketimizde her gün elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor.”
Hane sahibi dedi:
“Siz büyük bir hakikatten ve acip ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terk etmişsiniz. Onun için adaletin hakikatini kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriye yerine adalet perdesi altında garazlar, zâlimâne ve tarafgirâne cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar. O hakkatin sırrı budur:
“Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlâhîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmânın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden âyetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum gibi bir hâlet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü, yalnız vehim ve fikir değil, belki mânevî kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder. Hadd-i şer’îyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur. (Hutbe-i Şamiye, BSN)