ANNELİK Ergen- Genç İÇ DÜNYA

Kendimize geliyoruz

Bugünlerde görüştüğüm arkadaşlarımın pek çoğu ‘Anlatsana biraz nasıl geçiyor çocukların ergenlikleri?’ diye soruyor. Ben de özet olarak ‘hep birlikte büyüyoruz gelişiyoruz’ cevabını veriyorum.

Aslında ergen kelimesini pek çok açıdan sevmiyorum ama oralara girmeden genç demek çok daha iç açıcı diyeyim.

Bu dönem oldukça zorlayıcı, bazen insanın gece dua ederken uyuya kalıp sabah uyandığında dua ederek güne başlaması ve tüm gün böyle devam etmesine neden olabiliyor ancak hangi gelişme zorlanmadan olmuş ki…

Benim için durumun açıklaması şu, çocuklar bizlerin yaptığı hataları, onlara zarar veren tutumlarımızı, işlerine fazla karışmalarımızı, her türlü yanlışımızı belli bir yaşa kadar görmezden gelip tolere edebiliyorlar. Ona asla bir insan evladına davranmadığınız kadar öfke dolu davrandığınız halde örneğin, on dakika sonra sevimli sevimli gelip size hiçbir şey olmamış gibi bir şey sorabiliyorlar. Bu biraz küçük yaşlarda dikkatlerini daha kolay dağıtabilmeleri, odaklarının kendilerinden çevredeki hareketli şeylere kayabilmesi, çocuksu anlayışları (ki dünyanın en anlayışlı insanları çocuklardır) nedeniyle oluyor galiba. Ama belli bir yaşa gelince, dur bakalım artık buna tahammülüm kalmadı tavrıyla karşılaşıyorsunuz.

Yetişkinler çoğu kez bu tavrı “birdenbire çok değişti, eskiden sözümü dinlerdi artık dinlemiyor” gibi cümlelerle ifade etmeye meyilli olsa da muhteşem bir tecelli yağıyor aslında. Artık hatalarımıza tahammül edilmediğini görmek çok çarpıcı  ve etkileyici bir kendimize gelme sürecini başlatıyor.

Bazen yana yakıla şükrediyorum, Rabbim, iyi ki bize kendi hatalarımızı görme fırsatı veriyorsun diyorum. Ya vermeseydin, ya bu çocuklar hep böyle bizim boyunduruğumuz altında yaşar gibi davransaydı ve biz de tepki almadığımız için doğru yaptık sanmaya devam etseydik. Ya ne onları ne bizi böyle tamir etmeseydin? Ne olurdu halimiz? Gerçekten ne olurdu halimiz?

Bazen onların yaptığı bir davranışın aslında benim kronikleşmiş bir hatam nedeniyle ortaya çıktığını fark ediyorum. Ağlıyorum, gidip içimi döke döke özür diliyorum. Hem bana hem onlara o kadar iyi geliyor ki. Dost oluyoruz. O kadar kolay affediyorlar ki.

(Böyle parantezler açmayı hiç sevmiyorum ama açsam daha iyi olacak, hatalarımızı görüp itiraf etmek, af dilemek çocuk karşısında edilgen olmak anlamına gelmiyor ya da edilgen olmayı gerektirmiyor. Elbette onun bizim anamız babamızmış gibi davranması anlamına da gelmiyor. Zaten af dilemek, tahakküm- edilgenlik şeklindeki iki aşırı uçtan kurtulmaya neden oluyor.)

İşin güzelliği şu, insanın suçu başkalarına atmayıp sorunun kendi bakış açısında olduğunu, hatanın kendisine ait olduğunu anlaması yeryüzünün bütün toprakları kendisine aitmiş gibi hissetmek kadar büyük özgürlük. Hatalarım bana ait. Vay be. Bu duygunun verdiği ferahlık ve genişliğe çok hayret ediyorum.

Tabi geçmiş hatalarımızı kabul etmek o hatalara düşmemek için bir gayreti beraberinde getirse de, bir daha hata yapmamamıza neden olacak diye bir şey yok. Bazen farkındalığımızın çok yüksek olduğu anlar olabildiği gibi bazen de o farkındalığı büyük ölçüde yitirebiliyoruz. Sınırlar ve yasakları uygulamaya çalışırken, örneğin dijital medya ve telefon kullanımıyla ilgili gençlerl muhatap olurken, yine hatalar yapabiliyoruz, yaptığımız zaman özür diliyoruz. Ama bu söylediğimiz doğruydu diyoruz, bizim hatamız bu doğruyu gölgeleyemez, arkasındayız diyoruz vesaire vesaire.

İşte böyle böyle büyüyor gelişiyoruz. İnsan oluyoruz. Çocukların gençlik dönemi tüm ihtişamıyla bize de eşsiz hissiyatlar dağıtarak pırıl pırıl parlıyor karşımızda. Bakmaya ve yorumlamaya doyamıyorum. Hem bizim hem gençlerin onarıldığı, yenilendiği bir dönem…

Şu da var toplum olarak en ufak şeyi saygısızlık olarak anlamaya çok müsaitiz. Değil gençlerin çocukların bile bilmeden yaptıkları şeyleri saygısızlık olarak nitelendirebiliyoruz. Bu konu kafamızı karıştırıyor. Gencin yaptığı hangi davranış atar, hangisi saygısızlık, hangisi başka bir şey? Bunun bir formülü yok ki, hem ne fark eder..

Hazreti peygamberin Taif’te taşlanması ona yönelik bir saygısızlık mıydı, evet saygısızlıktan da büyüktü. Ama o “saygısızlar, alçaklar, ahmaklar benim kim olduğumu bilmiyorlar” demedi. Onların en yakınıymış gibi şefkat ederek “bilmiyorlar” dedi.

Zaten kendi hatalarımızı kabul etme çabamız olduğunda, başkalarının yaptığı hataları da ‘bunu nasıl yapar” şeklinde karşılar mıyız?… Delirme ve kabullenememe hissinde olur muyuz? Nasıl yapar, tam benim yaptığım gibi yapar, tam benim istemediğim halde, bilmediğim için hatalar yaptığım gibi yapar.

Bu dönem, evliliklerde de bir çocukluk gençlik yaşlılık dönemi olduğunu düşündürdü bana bir de. Evlilikte ilk bir kaç sene aşık aşık geziyorsun, ilk 6-7 sene normalde he demeyeceğin şeylere bile he diyorsun, sonrasında ise başlıyor bir “artık buna tahammülüm yok” dönemi.

Hikmetlerini saymakta aciz kaldığımız Rabbim insanı kimsenin güdümünde yaşamayacak kadar izzetli yaratmış, ama kimsenin güdümüne girmeyeyim derken kendi nefsinin güdümüne girme tehlikesini de başına sarmış. İster çocuk, ister genç, ister eş, ister arkadaş ilişkisinde hep bu iki uç arasında gidip geliyoruz. Nefsin güdümüne girmek, hep diğerini suçlamak, hep diğerinin hatasını görmek, hep diğerini sorumlu tutmak oluyor. Diğerinin güdümüne girmekse varlığımız onunla kaim, o olmazsa biz yokuz gibi davranmakla oluyor. Amacımız bu salınımda istikamete en yakın noktalarda durmaya çalışmak.

İşte böyle, bizi bize anlatan kendimize getiren dönemler dışarıdan kriz gibi görünse de içeride göz alıcı büyüme, gelişme ve özgürleşmeyi ateşliyor. Anda gayet acı verici oluyor evet ancak neticede bizi hem kendimize, hem sevdiklerimize hem bizi bizden iyi bilene yaklaştırıyor inşallah.

Bunlar da hoşunuza gidebilir...