Sanırım şubat tatilinin ilk haftasonuydu, instagramda bir dm mesajı aldım. Bir hanımefendi: ‘Gecenin bir saatinde kafama takılan bir konuda aranırken sizi buldum bir kaç yazınızı okudum çok keyif aldım diğer yazılarınızı da mutlaka okuycam. İnsanlarla mesafeli durmanın sınırı nedir ben eskiden çok sinirli biriydim kalp de kırardım ama artık sırf Allah rızası için her türlü insana sabır sükunet güleryüz göstermeye çalışıyorum ama bu da birikip birikip iç sıkıntısı bunalım gerginlik baş ağrısı olarak geri dönüyor bana.’ diyordu.
Devamında da içinin ısınmadığı ya da ters düşeceği insanlarla sadece selamlaşmak hakkında soruyordu.
Aslında ‘rahatsız olduğumuz durumlara dair duygu ve düşüncelerimizi iletememe’ sorunumuzdan söz ediyordu. Toplumumuzda patolojik seviyede var olan sorundan. Saygı göstereyim derken kendimizi ezdirebilişimizden. Şunu ona söylersem kırılır diye düşünerek, muhatabımızın herhangi bir şekilde rahatsız olduğumuzu anlamayışına hatta çok memnun olduğumuzu sanmasına neden oluşumuzdan.
Rahatsızlığımızı gösterdiğimizde ise bunun çoğunlukla kalp kırıcı bir düzeyde olabilmesinden. Gemileri yakıp, ‘ehh yeter be’ seviyesinden konuşabilmemizden.
Eskiden kalp kırıcı sinirli tepkiler verirken artık sessizlik ve tepkisizlik tarafında duran arkadaşımızın sıkıntısı geçmemiş, iç sıkıntısına dönüşmüş, ve baş ağrısına.
Tam da o günlerde zihnim bu mevzuyla öyle doluydu ki, aa dedim kendi kendime hemen bu arkadaşa bu konu hakkında yakında bir blog yazısı gelecek diye mesaj atayım. Ama atamadım. Blog yazısını da yazamadım.
Mesaj yazamadım zira mesajı gördüğümde sabah yeni uyanmıştım yataktan bile kalkmamıştım. O sırada eşim bir şey söylemişti ona cevap verirken telefondakini unutmuşum. Sonra da kayınvalidemin bizde olduğunu ve hemmen kahvaltı hazırlamaya koşmam gerektiğini hatırlayıp fırladığımı anımsıyorum.
Eşimin ailesinin tarafında musibet kategorisine girebilecek tatsız bir olay yaşıyorduk o günlerde, kayınvalidem de o dönem o nedenle İstanbul’daydı ve çok dertli olduğu için biz ne yapsak da kadıncağızı azıcık eğlesek mutlu etsek diye düşünmelerdeydik. Her gün bir yerlere gezme ayarlıyorduk. O gün de bahardan kalma havayı görünce hadi dedik bir parka koruya bir yerlere gidelim. Orada piknikli miknikli zaman geçireceğimiz için kahvaltıdan sonra da başladım nevale hazırlamaya.
Gün boyu gezdik ettik derken herhangi bir instagram mesajı değil instagram benim aklıma bile gelmedi. Hatta telefonu foto çekmek için bile elime almadım. Zaten normalde de gün içinde bildiğin hatırı sayılır bir boşluğum olunca anca o zaman elime alıp mesajlara bakabiliyorum. Hoş bana zaten öyle çok mesaj gelmez ama onları bile cevaplamakta gecikirim çoğu kez.
Aslında sosyal medyada diyaloğa girdiğimiz her insanın gerçekte bir kişi olduğunu, bana yüz yüze birşey sormuş olsa yüzümü çevirmeyeceğim gibi online olarak da cevapsız bırakmamam gerektiği gibi bir düşüncem var. Fakat bu düşünce benim için anlamını korusa da neticede telefon bir makina ve onu elime alıp odaklanabildiğim zamanlarla sınırlıyım.
Sabah mesajını gördüğüm arkadaşımız o gün müydü ertesi gün mü bir mesaj daha yollamış. Dediğine göre onlar bir arkadaş grubularmış, kitabımı alacaklarmış, yazılarımı okuduklarında ilgilerini çekmiş, ama demişler ki yazmakla uygulamak aynı şey mi şu kadına bir test yapalım acaba yazdıklarını yaşıyor mu insanlara değer veriyor mu cevap veriyor mu?
Kitabıma vakit ayırmaya değer mi değmez mi diye sosyal deney yapmak istemişler. Ama ben zor durumda olan bir okuyucunun sorusunu cevaplamaktan kaçınmışım. Velhasıl yazdığını yaşamayan bir insan olduğum için onun ve çevresinin ilgisine mazhar olamayacağımı düşünmüşler, kitabımı almayacaklarmış.
Arkadaşımız cevap alamayınca aklınca ceza vermek istemiş ve bunlara inanacağımı düşünmüş. Kendisine ve bu tarz sitemler eden başkaları olursa hiç kızmıyorum. Neticede insanız. Olur böyle inişler çıkışlar.
Bu hikaye sadece bir protatip. İçine doğup öğrendiğimiz duygu kodları hakkında çok muazzam ip ucu veriyor o nedenle paylaştım.
Birisinin en ufak bir kusurunu yanlışını görünce ondan soğuyacak hatta cezalandırmak isteyeceksek insanları nasıl sevebiliriz? İşte bu soru hayatımızın sorusu.
Mesajı yazan arkadaş hadi beni sevmez bana kızar ne kendisinin ne benim bir kaybım olmaz, ama gündelik hayatında eşi dostu kim varsa onları nasıl sevecek bu bakış açısıyla? Onlar tarafından nasıl sevilecek?
Zaten sorduğu soru tam da bununla ilgiliydi.
‘İçimin ısınmadığı ya da ters düştüğüm insanlar’ demişti sorusunda. Nedense böyle ifadeler okuduğumda, zihnime peygamber efendimiz (ASM) gelir. Onun içinin ısınmadığı bir insan olmuş mu diye düşünürüm. Şefkat gösteremediği yakın davranamadığı biri olmuş mu? Olmamış
Elbette ki şefkat göstermeyi kimseyle ters düşmemek, herkesle dost olmak şeklinde anlamamak gerekiyor. Dışarıdan çok yumuşak davranma, alttan altma, karşıdaki kişiye tahammül etme, dişini sıkma şeklide ‘gösterge ve sonuç’ kapsamında da anlamamak gerekiyor.
Genelde iç dünyada o duyguyu yaşamadığımız halde sonuçları ve görüntüleri alıp, kendimize yapıştırarak şefkat duygusunu yaşayacağımızı sanıyoruz ya işte gümlediğimiz yer burası oluyor. Bir insanın varlığından rahatsızlık duyarken ona gülümsemek, kendimizi hasta etmekten başka nedir ki?
İnancımızın güleryüzlü, sabırlı olmayla ilgili tavsiyelerini böyle suni formatta yaşamaya çalışsak da olmuyor zaten, görüyoruz.
Şefkati iç dünyada yaşamaksa, gerçekten o kişinin yardıma ihtiyacı olduğunu düşünme, gerçekten ona acıma, elini tutup yanında olmak isteme… O kişinin çok mühim bir kusurunu hemen onun üzerini çizmek ya da ondan soğumak için kullanmama. İşte bu çok esaslı bir sünnet-i seniyye. Ve şefkat içimizde bunları hissedebiliyorsak var diyebileceğimiz bir his.
Ama neden ve nasıl bir bakışla şefkat edelim ki bize çok yabancı gelen birine değil mi? Bazen bizi kızdırdığında çocuğumuz bile yabancı geliyor, ona bile içimiz ısınmıyor.
Peygamber efendimiz herkese karşı anlatılamaz bir biçimde kabul doluymuş. Hem de anlatılamaz bir biçimde samimi olarak. Acaba çevresindeki herkes kusursuz ve mükemmel olduğu için mi onları bu denli seviyormuş?
Bir kere onunki, insanların zatında hayran olunacak bir taraf arayıp ondan sonra sevme şeklinde bir nevi aşık olur gibi bir ilişki olmadığından, en ufak bir kusur gördüğünde de sevgisizliğe dönüşmüyormuş.
İnsanların zatında bir güzellik görüp onlara kapılma dediğimiz hal, Allah’la kurulacak bu ilişkiyi kurmakta zorlanan bizlerin işi. Bakın bugün gerek gündelik hayatta gerek sosyal medyadaki ilişkiler, şefkatle değil böyle kapılma biçiminde ilerliyor.
Ya kapıldığımızın sandığımız gibi çıkmayışı yüzünden yaşadığımız travmatik durumlar ya da kapıldıklarımızın insan hallerini hiç görmediğimiz bilmediğimiz için her gün daha da çok gözümüzde büyütüşümüz, dahası onlar ne derse inanacak duruma düşmemiz gibi tehlikeli duygularla kucak kucağayız.
Peygamber efendimizin insanlara duyduğu sevgi ve şefkatse, o insanlarda olan olumlu özelliklerle ilgili değil. İnsanları böyle ölçüp tartmıyor.
Onun miraçtaki duruşunu, aslında hayatının her anındaki ruh halini çok veciz anlatan ‘Gözü ne şaştı, ne kaydı’ (Necm Suresi 17) ayeti de, onun bir güzellik ve mükemmelik arama noktasında gözünün Allah’tan başkasına kaymadığına işaret ediyor.
İnsanlarda gördüklerinin de O’nun tecellisi ve eseri olduğundan gafil olmamış. İşte bu nedenle insanlardan beklentisi bizim gibi mükemmeliyetçi değil, işte bu nedenle tasvir edilemez bir şefkat duygusuyla insanlığa yaklaşabiliyor.
Görünüşte mesafe koymayı gerektiren bir durum olmadığı halde bir insana kalben ısınamadıysam, o insanı yaratanı unuttun da ondan ısınmadı kalbin diyorum kendime. Bir hoşluk bir güzellik araman yeri unuttun yüzünü insanlara çevirip onlarda aramaya başladın.
Sonra kalbime seslenip tamir ve tedavi yaptıktan sonra o insana dönüp bakınca, ona karşı herhangi bir rahatsızlık veya kızgınlık hissetmediğimi görüyorum. O kişiye, o kişinin kendisindeki bir güzel özellikten dolayı ısınmış olmamanın rahatlığını yaşıyorum. Onda bir güzel yan göremesem bile, ona çok yoğun şefkatle bakabileceğim bir alan açılıyor. Bu yaşadığım durum benden kaynaklanmıyor, kaynağa biraz yaklaşabilirsek oradan bize akıyor sadece.
Bir güzellik hoşluk ya da mükemmellik bularak sevebilmek şu hayatta her an deli gibi aradığımız yegane yitiğimiz. Bu yitiği nerede nasıl bulacağımız belli. Bu ilişkiyi Rabbimizle hayatımızın her anında kuramayız ama nadiren bile kursak hayatımızın diğer anlarını beslemeye yeter.
İşte peygamber efendimizin şefkatinin kaynağında böyle bir sır var. O sevme ve sevilme halinden ömrü boyunca bir an dahi kopmadığı için insanlara karşı kabulü bu kadar büyük. Ve onun duygu durumu, kimseye kızmak küsmek kimseden soğumakla değil kendi bulduğu hazineden herkesi haberdar etmekle meşgul.
Aynı fikirde olmadığınız insanlardan zarar gördüğünüzü düşünüyorsanız görüşmezsiniz o ayrı bir konu, biz burada insanları kategorize etme ve insanca kusurlarını kendimiz için düşman haline getirme hatamızdan söz ediyoruz.
Eğer, kusurlara düşmanca değil şefkatle bakma aşamasına geçebilirsek, sosyal hayatın içinde bir sorunla ilgili birilerine iletmemiz gereken bir düşünce olduğunda da, düşmanca değil şefkatle iletmek çok mümkün hale geliyor. İçimize atıp sıkıntı yaşamak, hayatı katlanma tadında devam ettirmek ne kadar da saçmaymış diyorsunuz.
Şefkatin kaynağı olan Erhamürrahimin’e sonsuz minnet ve o şefkati kendi davranışlarıyla bize eksiksiz tanıtan Nebi aleyhissalama selam ile.
(Bu arada 9 Mart saat 15’te CNR kitap fuarındayım. Anlamlı yaşamaktan, duygulardan, acizliğimizin de bizi bir kaynağa bağlamak için olduğundan söz etmek için beklerim. )