İnsanları ya da toplumları kendilerinden ümit kesilmiş, ne dünyaya ne kendilerine verecekleri en ufak şey yok imiş gibi sürekli kötülemek ve aşağılamak hepimizin bildiği gibi o aşağılananlara zarar veriyor.
Zarar vermekle kalmıyor birşeyler üretmeye dair inanç ve isteklerini yok ediyor. Yaşamaya ve kendi hayatlarını sürdürmeye dair enerjilerini de bitiriyor. Kendi kendilerini yok sayma, kendi varlıklarından utanma gibi onarılması zor duygular da ortaya çıkartıyor.
Yazıyı çocukları aşağılamakla ilgili sandıysanız hiç alakası olmadığını hemen belirteyim. Onları değil de kendi yerimizi ve değerimizi aşağı sanmakla ilgili olabilir ama.
Sözünü ettiğimiz aşağılama kötülüğünü sömürgeciler sömürdüklerine kusursuz bir şekilde yapmış ve hala yapıyor. Ne ki sömürgeci olan her zaman Britanya olmuyor, ya da sömürülen sadece bildiğimiz Afrika ve Asya ülkeleri değil.
Bir başkasının zihnini kendi menfaati için etkileyebilen herkes aslında sömürgecidir değil mi? Bir zihni etkileyerek kendi amaçlarına alet edendir.
Yüzyıllar öncesinde de şimdi olduğu gibi ‘zihinlerde inanılan her neyse’ gündelik hayatı o belirlemiş.
Örneğin kölelik, bazı özelliklerin birilerini efendi yapmaya yeteceğine inanıldığı için devam edebilmiş. İnsanlar üzerinde maddi varlık ya da soy sop üstünlüğü sağlanabildiği için değil. Ne zaman ki insanlar bu tür özelliklerin birilerini efendi yapmayacağına inanmaya başladıysa o zaman köleliğin dünyadaki nefesi tükenmiş.
Bugünlerde batı medeniyetini yerin dibine batıran, o medeniyetin dünyaya saçtığı kötülükten söz etmeyen neredeyse yok. Ancak bunu yaparken o medeniyetin yaydığı düşünceyi hislerimiz ve zihnimizle ne kadar kötüleyebiliyoruz?
Bildiğimiz gibi artık dünyayı, sıradan sivillerin yani bizlerin tepkileri çok etkiliyor. Çünkü sosyal medya var, iletişim ‘o derece’ oldu. Büyük bir tepkinin karşısında ne devletler durabiliyor ne derin yapılar.
Biz sıradan insanlar ise böyle bir tepki potansiyelimiz varken bu tepkiyi, müslümanlara yapılan inanılmaz katliamlara dahi veremiyoruz. Zira herhangi bir katliam görüntüsüyle karşılaşmanın kendi küçük hayatımıza verdiği zararı aşamıyoruz daha. Bakmaya bile dayanamıyoruz, o kadar üzülüyoruz ki ölü bir çocuğun bedenine bakarken, az sonra kendi çocuğumuza bakarken ağlamaya başlıyoruz.
Hele anksiyete ya da panik atak sahibi biriysek başlıyor ataklar, üzüntüler.
Gözümü, kulağımı az önce gördüklerime nasıl kapatabilirim kaygısıyla zihnimizi çalıştırmayı öğrenmişiz. Bu dayanılmaz durumla başa çıkamanın yolunun bu olduğunu düşünüyoruz. Kendimize zarar vermemek için hemen uzaklaşma ve kaçma davranışları göstermeyi mantıklı bulabiliyoruz.
Moralimizi düzeltmek, gülümsemek, birşeyler ürettiğimizi hissettiren güzel bir şeylerle meşgul olma yoluna gidiyoruz. Önceliğimiz kendi hayatımızda ayakta kalma gücü. Bu gücü de ancak unutarak, düşünmeyerek ve dolayısıyla tepki vermeyerek elde edebileceğimize inanmışız. Oysa ümit ve enerji, göz kapayarak ve kaçarak oluşmaz.
Acaba zihnimiz böyle inanmaya nasıl karar vermiş?
Kendi hayatımızı devam ettirecek enerjiyi bile bulmakta zorlanışımız nasıl gerçekleşmiş?
Acının insana acıdan başka hiç bir şey anlatmadığını kim öğretmiş bize?
Bizi bu kadar yıkabileceğine kim inandırmış?
Katliamları unutmaya çalışarak güçlü olabileceğimize kim inandırmış?
Adaletin zayıf bir hayal, zulmün gözümüzün önündeki en büyük gerçeklik olduğunu kim öğretmiş?
İmanın ne kendimize ne dünyaya vereceği bir anlam bir değer bir farklılık yokmuş gibi düşünerek, acılarla tıpkı böyle düşünenler gibi başa çıkma yöntemleri kullanmayı bize kim öğretmiş?
Böyle inanarak yaşamanın bize vereceği zararın büyüklüğünü kim saklamış?
Sorulabilecek çok başka sorular da var.
Zihnimizde adaletin varlığına dair güçlü bir birikim olsa böyle gücümüz tükenir miydi?
Zihnimizde her üzüntüyü sıfırlayacak sonsuzlukla bağ kurma konusunda neredeyiz?
En önemlisi de bağ kuramazsak, Allah’ı tanıma ve bilmekten mahrum kaldığımız için ‘zarar’ bize dokunmuyor mu?
Zaten Allah’ı tanıma ve bilmekten mahrum kaldığımız için, adaletin, hikmetin, yeniden dirilmenin, sonsuzluğun manasıyla bağımız kopmamış mı?
Adalet yok, iyilik yok, sonsuzluk yok hikmet yok sanmaktan sadece, aradığımız güzelliklerin hiçbirisi yok duygusuyla yaşama çaresizliği çıkar.
Onların var olduğuna dair zihinsel ve duygusal gözlemlerden ise, ümit biçilir.
Bize hep olumsuz yorum yapacak şekilde gözlem yapmayı öğretmişler.
Oysa kainat ‘kusursuz adaleti’ ve ‘en katmerli üzüntülere iyi gelecek sonsuzluğu’ hissettirmek için, tüm varlığıyla orada bizi bekliyor.